31 Mayıs 2016 Salı

UZAYDA Kİ İLK GÖZÜMÜZ, HUBBLE UZAY TELESKOBU

Biz, insanoğlu gökyüzünü o kadar sevdik ki, sebebi ister romantizm, ister yakarış, ya da çaresizlik, sevinç, ne olursa olsun, hep göğe çevirdik gözlerimizi.
17. Yüzyılda, Galileo`ya kadar hiç kimse bir teleskop kullanarak, gökyüzünü bilimsel olarak incelememişti. Teleskopların icadına denk gelen bu dönemden sonra, biliminsanları, daha gelişmiş, devasa boyutlarda teleskoplarla incelemeyi sürdürdüler.

Ancak bir sorun vardı. Gözlenen yıldızlardan yayılan ışığın, dünya atmosferinden geçerken, arka plan kirliliğine (Bulutlar, hava akımları, toz, su buharı) maruz kalıyor. Bu da görüntüyü bulanıklaştırıyor, gözlem zorluğuna , verilerin netliğinin kaybolmasına sebep oluyordu.
Astrofizikçi Lyman Spitzer, 1946 yılında, "uzaya bir teleskop yerleştirelim" dediğinde, Uzaya daha roket bile gönderilmemişti. Uzun yıllar, bu çılgınca hayalin peşinden giden biliminsanları, yoğun çalısmalar sonucunda 24 Nisan 1990 yılında bu hayallerini gerçekleştirmişlerdir. Avrupa Uzay Ajansı ve NASA`nın ortak çalısması olan bu Teleskop, 5 astronotun yeraldığı Uzay mekiği Discovery eşliğinde, dünya yüzeyinden yaklaşık 600 km yukarısında yörüngesine yerleşmiştir.

Hubble Uzay Teleskopundan alınan ilk görüntülerde, ana aynanın çalışmaları kısıtlayacak şekilde yanlış yerleştirildiğini farkedip, 1993`te tamir için uzaya astronotlar göndererek sorunu halletmişlerdir. Uzayda bakımı, astronotlar tarafından yapılacak şekilde tasarlanmış, tek teleskoptur. Şimdiye kadar, toplam beş defa uzayda bakım ve tamiri yapılmıştır.

Edwin HUBBLE, teleskoba adı verilen bilimadamıdır. Hubble, evrende sadece bizim galaksimizin olmadığı, başka galaksilerinde olduğunu ve evrenin sabit bir oranda genişlediğini gözlemlemiştir.
Hubble Uzay Teleskobunun görevi, Güneş sistemini araştırmak, Evrenin yaşını ve boyutunu ölçmek, Evrensel kökenimizi, evrenin gelişimini araştırmak ve yıldızların, galaksilerin gizemlerini çözmektir.

Bu Teleskop sayesinde, Evrenin yaşını, Güneş sisteminin dışındaki organik maddeleri, Karanlık Enerjinin varlığını, Gökadaların çekirdeklerini, Gezegenlerin oluşum sürecini öğrendik.
Üzücü haber ise, Hubble Uzay Teleskobu artık tamir edilmeyecek olması. Eğer arızalanmaz ise 2020 yılına kadar yaşayacak, önemli bir sorun çıkarsa devre dışı bırakılacak. Hubble, devre dışı kaldığında, dünya atmosferine kontrollü giriş yaparak okyanusa düşecegi için, sağlam kalma ihtimali yok. Gökbilimine gönül vermiş herkes tarafından, tarih yazmiş Hubble Uzay Teleskopu saygı ile anılacaktır.

Hubble`nin yerini alacak olan teleskopun adı James Webb Uzay Teleskopudur. Bu teleskop, dünyadan 1,5 milyon km uzakta, Güneşe zıt bir yönde konuşlandırılacaktır. Çünkü, kızılötesi ısı ve ışınımları araştırmalarında kullanılacaktır.

Inanc Kaya Kizilkaya

HAYVANLAR ÜZERINE İLGİNÇ BİLGİLER

*Köpekbalığı, kanserde dahil olmak üzere her hastalığa karşı bağışıklığı vardır. Onun için hastalanmayan tek hayvandır. Köpekbalığı, dişlerini her 8 günde bir degiştirir. Ömürleri boyunca hiç durmadan yüzerler.
* Karayılanlar, bilinmeyen bir nedenden dolayı kedilerden çok korkarlar, Eski Mısır da kediler kutsal hayvan sayılıyordu ve öldüklerinde insanlar saygılarını göstermek için kaşlarını kazıyorlardı.
*Homoseksüellik hayvanlarda en çok meyve yiyen yarasalarda yaygındır. Aslanlar, bir günde 50 kez çiftleşebilirler. Sadece insanlar ve yunuslar, zevk için cinsel ilişkide bulunurlar.
*Sığırların 4 tane midesi, develerin 3 adet kaşı vardır. Eşeklerin gözleri, 4 ayaklarınıda görebilecek şekildedir. Bir devekuşunun gözü, beyninden daha büyüktür. Kral yengeç, dünya üzerinde çapraz yürüyen tek canlıdır.
*Inek, arkaya doğru çiş yapan tek memelidir. Insan ölümlerine, savaştan bile çok sebep olan hayvan sivrisinektir. Insanlar parmak izinden ayırt edilebildiği gibi köpekler de burun izinden ayırt edilebilinir. Doğada, en büyük gözlere sahip olan canlı mürekkep balığıdır. Bir insanın gözüne göre 16 kat daha geniş açı görebilir.
* Timsahlar, daha derin dalabilmek icin taş yutarlar. Timsahların kafası kopsa bile haftalarca hayatta kalabilirler, yalnız ağızları olmadığı için zamanla açlıktan ölürler.
*Dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen hayvanı, Mavi balinalardır. Kilosu 22 ayda 26 tona ulaşır. Doğduklarında bile 7 tondurlar. Yetişkin bir mavi balina, 33 metre uzunluğunda ve 190 tondur.
*Solucanların 5 adet kalbi vardır, Zürafaların ses telleri yoktur, fareler kusamazlar. Yarasalar bir mağaraya girdiklerinde önce sola dönerler. Filler, öldükten sonra da dört ayak üzerinde kalbilirler ve asla unutmazlar.
* Boğalar renk körüdür, matadorun salladığı kırmızı pelerine değil, kendisine karşı birşeyler sallanmasına tepki verdikleri için saldırırlar. Yeni Zelanda`da kişi başına düşen koyun sayısı 4-5 arasıdır. Bir geyiğin boynuzunun oluşmasından sorumlu hücreler, tabiatta en hızlı çoğalan hücrelerdir.

ZEKİ İNSANLARIN EN BELİRGİN 8 ÖZELLİĞİ

Zaman zaman sorulur, zeki insanların özellikleri nelerdir? İsterseniz 8 tane özelliğini inceleyelim…

1) Zeki insanlar naziktirler ve nezaket kurallarına uyarlar. İnsancıl yönleri fazladır ve karşılarındakine değer verirler. Hangi zeki insanı araştırırsanız araştırın, nazik olduğunu görürsünüz.

2) Zeki insanların duyguları çok yoğundur. Mantıksal gelişim aynı zamanda duygusal gelişimi de etkileyecektir. Bu duruma göre çocuk kalmayı başarmış insanlar daha zekidir gibi bir sonuca ulaşabiliriz, çünkü çocuklar duygularını çok yoğun yaşarlar.

3) Özelliklerinden bir tanesi çok büyük fiziksel enerjiye sahip olmalarıdır. Bu doğuştan gelen bir enerji modellemesi olmayıp, tamamen kendini adapte ettiği konuyu tamamlamak için saatlerce çalışması gerektiği bilincine sahip olmasıdır. Bunun sonucu olarakta irade ve kalp koordineli bir şekilde enerjiyi temin için çalışırlar.

4) Üstün zekalı insanların diğer bir özelliği ise hem zeki görünüşlü olmaları ve hem de doğal görünmeleridir. Hem zekalarını belli ederler ve hem de çocukça bir yapıyla hareket ederler. Bu nedenden dolayı da sorgulanırlar; bu kişi gerçekten zeki mi?

5) Zeki kişiler hem disiplinle ve hem de oyun oynar tarzda işlerine eğilirler. Yaptıkları işi büyük bir ciddiyetle yaparlar, ancak oyun havası da vererek yaptıkları işten büyük bir zevk alırlar.

6) Zeki kimseler hem gerçek dünya ile bağlarını koparmazlar ve hem de hayal dünyası içinde yaşarlar. Ürettikleri şeyler gerçek dünyada kullanılacaktır, ancak olmayan şeyleri üretmek zorundadırlar. Normal insanlara göre üstün zekalı insanların düşünceleri fantastiktir, ancak bilimsel çalışmalar fantastik hayaller sonucu ortaya çıkmaktadır.

7) Üstün zekalı insanlar son derece inatçı yapılı kimselerdir. Başarısızlıkta asla yılmazlar ve asla pes etmezler. Düşünsenize, Edison ampulü bulmadan önce binlerce sefer deneme yapmıştır ve asla pes etmemiştir Sonunda da başarıya ulaşmıştır.
Üstün zekalı insanlar lider ruhlu insanlardır. Genellikle her konuda söyleyecekleri şeyler olduğu için her türlü insana hitap edebilirler. Sevecen ve babacan bir tavırları vardır. Genellikle öğrenciliklerinden itibaren lider ruhlu özellikleri belirginleşir.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

ÖNGÖRÜSÜZ ÜNLÜLERDEN İNCİLER !

1) Artık yeni hiçbir şey yok . İcat edilebilecek her şey icat edildi. (Charles Duell - Amerikan Patent Dairesi Başkanı, 1899 )
2) Telefon ,Çok güzel bir buluşa benziyor ama Tanrı aşkına bunu kim, niye kullanmak istesin ki?”(Rutherford B. Hayes - ABD Başkanı. 1876)
3) Çevreciler boşuna endişeleniyorlar. Bir nükleer enerji istasyonunun bir yıllık atığını, masanızın çekmecesinde bile saklayabilirsiniz.(Ronald Reagan - 1980. ABD eski başkanı )
4) Taşıt olarak otomobilin değil ,mücadeleden atın galip çıkacağına inanıyorum. Otomobil sadece gelip geçici bir heves olacaktır. (Alman İmparatoru II. Wilhelm 1905)
5) İnsanların büyük bir çoğunluğu için sigara içmek son derece yararlı ve sağlık açısından faydalı bir şeydir. (Doktor Ian G.Macdonald - 18 Kasım 1963. Los Angeles’li uzman cerrah )
6) İnsanların evlerinde bilgisayar bulunması da ne demek. Bence hiç kimsenin evine bilgisayar sokmak için herhangi bir geçerli nedeni olamaz.(DEC şirketi baskanı Ken Olson’un 1977’deki bir açıklamasından)
7) Bilinen cisimlerin hiçbir kombinasyonu, bilinen makinaların hiçbir formu, bilinen kuvvetlerin hiçbir formu, bir araya getirilerek insanı hava içerisinde uzun mesafelerde pratik olarak uçurabilecek bir makina oluşturamayacaktır. (1800'lerin sonu, ABD Deniz Kuvvetleri Gözlemevi başkanı, astronom Simon Newcomb)
8) Ay'a ulaşmayla ilgili fanteziler kurmaya gerek yok, çünkü Dünya'nın çekim kuvvetini aşmanın bir yolu bulunmuyor.(1932, Chicago Üniversitesi astronomu Dr. Forest Ray Moulton)
9) Karın, göğüs ve beyin, bilge ve insancıl hiçbir cerrahın ulaşamayacağı şekilde, sonsuza kadar kapalı kalacaktır. (1873, ameliyatlarla ilgili olarak, Kraliçe Victoria'nın cerrahı Sir John Eric Ericson)

Inanc Kaya Kizilkaya

GÖZ NAKLİ AMELİYETI NİÇİN YAPILAMIYOR ?


Ilk böbrek nakli 1963 yılında ilk karaciğer nakli ve 2010 itibariyle 1967 yılında ilk insan kalp nakli ardından, 1950 yılında gerçekleşti, doktorlar bile bir hastanın tüm yüzününün naklini başardı.

Tüm göz nakli yaklaşık 3,5 milyon Amerikalı olmak üzere dünyada 180 milyon kör ya da ciddi görme engellilerin, çoğu için büyük yararı olacağını, söyleyen uzmanlar finansini ABD Savunma

Bakanlığınin yaptigi bu konu icin Gorantla ve Goldberg ve iki üniversite bir araya geldi .
Şimdiye kadar yapılamamsının en büyük sebebi ise ; Göz sinirlerin kendini yenileme potansiyelinin olmaması.

Hasarlanan sinir artık görev yapamadigindan göz işlevini yapsa bile gördüklerini beyne iletemediği için görme işlevi gerçekleşmiyor. Aynı şekilde sinir dokusunun kendini yenileme yeteneği olmadığı için kazalarda omurilik hasarına uğrayanlar da ömür boyu felçli kalabiliyorlar.

http://www.webmd.com/…/scientists-set-their-sights-on-first

PARALEL EVRENLER, KUANTUM FİZİĞİ VE ŞARLATANLAR

Son yıllarda ortaya çıkan Sicim Teorisi, M Teorisi ve Görelilik Teorisi ile Kuantum mekaniğini içine alarak birleşen yeni bakış açısına göre, bizim çok sayıda paralel evrenimiz ve bu evrenlerde yaşayan diğer eşbenlerimiz var. Bu birleşik teoriye göre; evrendeki her şey titreşimlerden oluşuyor, atom altı parçacıklar evrenin her yerinde aynı anda bulunabiliyor, bu parçacıklar arasında telepati mevcut yani haberleşebiliyorlar ve bir başka evrenin yansıma evreninde olabiliriz düşüncesi mevcut.

İşte bu konu hakkında son çalışma Griffith Üniversitesi akademisyenlerinden geldi.. Ekibe göre paralel evrenler gerçekten var ve bir birleri ile etkileşim halindeler. Bağımsız şekilde evrimleşmek yerine yakın dünyalar itme şeklinde hafif güçle bir birlerini etkiliyor. Ekibe göre bu etkileşim kuantum mekaniği hakkındaki tüm tuhaflıkları açıklayabilir.

Teorik fizikçi Richard Feynman`nin dedigi gibi, "Sanırım rahatlıkla söyleyebilirim ki hiç kimse kuantum mekaniği anlayabilmiş değil." ya da kuantum fiziğine 50 yılını vermiş Niels Bohr`un söyledigi gibi "Kuantum mekaniğini düşündüğünüzde, başınız dönüp mideniz bulanmıyorsa, onu gerçekten anlamış sayılmazsınız" .

Büyüklüğü önemli olmaksızın, maddi olan her şey moleküllerden, atomlardan ve atomaltı parçacıklardan oluşur. Bu bakış açısı Everett`i kuantum mekaniğinin Çoklu Dünyalar yaklaşımına ve Kuantum Çoklu Evreni anlayışına götürdü. Çoklu Evren Modelleri varlıklarını sayılara ve denklemlere borçludur. Sorun şu ki , kuantum fiziginin karmaşık yapısından ve paralel evrenlerin matematiksel ıspatının olmasına karşın, henüz yapısı ve işlevi konusunun bir netlik kazanmamasından dolayı bu bilgilerin istismara açık olmasıdır. Dünyanın her yerinde kuantum düşünme, kuantum alışveriş, kuantumlu beyin ya da dejavu , 6.his, olmayan varlıklarla konuşma,fal, yıldız falı gibi konular da gücünü bilimden aldıklarını savunan asalaklar mevcuttur. Deneysel ve kuramsal gelişmelerin belli bir çoklu evren modelinden ayrıntılı öngörüler çıkartacak duruma gelmesinin yılları mı on yılları mı bulacağını kimse bilmiyor.

Çoklu Evren yerleşik kuramlardan ( genel görelelilik ve kuantum mekaniğinden ) yola çıkmakta ve en güçlü kuramsal desteğini sicim kuramından almaktadır. Göreli Ağir Iyon Çarpıştırıcısı`nda elde edilen sonuçlara kısmen yakın değerler vermektedir.
Bütün belirtiler bu tür deneysel ilintilerin gelecekte çok daha güçleneceğini göstermektedir. Daha iddiali fiziksel çıkarımlarda bulunabilmek için gelecekteki kuramsal ve deneyse çalışmaları beklemeliyiz ve bu tür insanlara itibar etmemeliyiz.

Kaynak : Sakli gercekler ( Brian Greene),http://www.bilimnedir.com

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya

ÇOKLU EVREN KURAMINI SINAYABİLİR MİYİZ?

Evren Fizik Galaksiler Uzay Bir bilimsel araştırma sürecinde fiziksel sezgiler çok önemlidir. Kuramcıların akla gelebilecek tüm olasılıkları değerlendirmesi gerekir. En iyi fizikçiler hangi seçimlerin doğru sonuçlara götürebileceğine, hangilerinin sonuç vermeyeceğine dair keskin ve kusursuzluk derecesinde isabetli sezgilere ve içgüdülere sahiptir. Ancak bunlar perde arkasında gerçekleşir. Bilimsel öneriler açıklandığında sezgiler ya da içgüdülerle değerlendirilmezler. Tek bir ölçüt vardır: Önerinin deneysel verileri ve gözlemlerini açıklayabilme ya da öngörebilme yetisi.

İşte bilimin eşsiz güzelliği burada yatar. Daha derinlikli bir kavrayışa sahip olmak için uğraş verirken, bir yandan da hayal gücümüze keşfetmesi için çok geniş bir alan sunarız. Geleneksel fikirlerin ve yerleşik kalıpların dışına çıkmaya hazırlanırız. Bilim, neyin doğru olduğuna ve neyin olmadığına dair nihai bir hesaplama, hazır bir değerlendirme sunar.

20. yüzyılın sonlarıyla 21.yüzyılın başlarında bilimsel faaliyeti zorlaştıran bir etmen, bazı kuramsal düşüncelerin sınama ve gözlemleme becerimizin ötesine geçmiş olmasıdır. Örneğin sicim kuramı ve çoklu evren kuramı, günümüz teknolojisinin ölçmekte yetersiz kaldığı şeyleri incelemektedir.

Aslında çoklu evrenlerin nasıl sınanacağına dair genel bir reçete bulunmakta, ancak şu anki kavrayış düzeyimizde, karşı karşıya olduğumuz bu çoklu evren kuramlarının hiçbiri bu kriterlere uymamaktadır. Devam eden araştırmalarla bu konuda gelişme kaydedilmesi umuluyor.

Deneysel ve kuramsal gelişmelerin belli bir çoklu evren modelinden ayrıntılı öngörüler çıkartacak duruma gelmesinin yılları mı on yılları mı bulacağını kimse bilmiyor.

Çoklu Evren kuramı, yerleşik kuramlardan (genel görelilik ve kuantum mekaniğinden) yola çıkmakta ve en güçlü kuramsal desteğini sicim kuramından almaktadır. Göreli Ağır İyon Çarpıştırıcısı’nda elde edilen sonuçlara kısmen yakın değerler vermektedir. Bütün belirtiler bu tür deneysel ilintilerin gelecekte çok daha güçleneceğini göstermektedir.

Daha iddialı fiziksel çıkarımlarda bulunabilmek için gelecekteki kuramsal ve deneyse çalışmaları beklemeliyiz.

Inanc Kaya Kizilkaya

YAŞAMIN NASIL OLUŞTUĞUNA DAİR YENİ BİR KURAM !

Bu kuram cansız karbon atomlarınında uygun şartlarda canlanabileceğini iddea eden bir kuramdır. Peki bu uygun şartlar nelerdir? Bu kuramın gerçekten canlı yaşamın başlangıcını açıklayabilmesi mümkünmüdür?

Fiziğin bakış açısından canlılarla cansız karbon atomu yığınları arasında sadece bir tane temel fark var: Canlı sistemler çevrelerinden topladıkları enerjiyi ısıya dönüştürmekte cansız sistemlere göre çok daha iyiler. 31 yaşındaki MIT profesörü Jeremy England, canlı sistemlerin bu yeteneğini açıkladığına inandığı yeni bir matematiksel formül türettiğini söylüyor.

Temel fizik yasalarına dayanan bu formüle göre, atmosfer ya da su gibi bir ısı banyosu içinde bulunan karbon atomları, güneş gibi bir dış enerji kaynağının varlığında kendilerini yeniden organize ediyor ve giderek artan bir biçimde daha çok enerji kullanmaya başlıyor. Bunun anlamı, bazı özel koşullarda madde kaçınılmaz biçimde yaşamsal özellikler kazanıyor.

Kısacası, “Bir grup gelişigüzel atomla işe başlayıp, bu kitleyi yeterince uzun süre ışığa maruz bırakırsanız, ortaya bitkilerin çıkması kaçınılmaz olur,” diye özetliyor teorisini England.
England’ın kuramı Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim kuramını çürütmüyor, tersine onaylıyor.

Darwin’in kuramı genler ve popülasyonlar aracılığıyla yaşamın iyi bir tanımını yapıyor. Kuram, bilim adamları arasında yeni bir tartışma yarattı. Kimileri kuramı zayıf bulurken, kimi de bunun bir devrim olduğunu söylüyor, bazıları ikisini de…

Kuram, henüz kanıtlanmış değil. Ancak şimdiden bu kuramı laboratuvarda test etmeye hazırlananlar var. Daha detayli bilgi isteyen meraklilar icin kurami su sekilde anlatabiliriz:

Son zamanlara dek, fizikçiler termodinamik yasalarının nasıl olup da yaşamı ortaya çıkmaya zorladığını açıklayamıyorlardı. Schrödinger’in zamanında termodinamik denklemleri yalnızca denge durumundaki kapalı sistemler için çözülmüştü.
1960larda, Belçikalı fizikçi Ilya Prigogine zayıf bir dışsal bir enerji kaynağının etkisi altındaki açık sistemlerin davranışlarının tahmin edilmesi konusunda ilerleme kaydetti. Prigogine bu çalışmasıyla

1977 Nobel Kimya Ödülünü kazandı. Ancak yine de denge noktasından çok uzakta bulunan, dış ortamla bağlantılı ve güçlü bir enerji kaynağının etkisi altındaki sistemlerin davranışı öngörülemiyordu.

England’ın kuramının temelinde yatan fikir termodinamiğin ikinci yasası olarak adlandırılıyor. Bu yasanın bir diğer adı da artan entropi yasası, ya da daha bilinen adıyla “zamanın oku.” Sıcak cisimler soğur, gazlar havada yayılır, çırpılan yumurtanın sarısı ile beyazı kendiliğinden ayrılmaz. Kısaca, zaman geçtikçe enerji yayılma eğilimi gösterir.

Entropi bu eğilimin bir ölçüsüdür ve bir sistemin parçacıkları arasında enerjinin hangi ölçüde yayıldığının ölçüsüdür. Ayrıca entropi, parçacıkların uzaydaki yayılımının da bir ölçüsüdür. Entropi, olasılık yasalarının zorunlu bir sonucudur: Enerjinin yayılması, bir yerde toplanmasından daha olasıdır, çünkü yayılım için daha fazla yol vardır. Bu yolla, bir sistem içindeki parçacıklar hareket ederek etrafta dolaşırlar ve birbirleriyle etkileşirler. Böyle olması şans faktörünün bir sonucudur.
Sonuç olarak parçacıklar enerjinin uzay içinde iyice yayıldığı düzenlemeleri tercih ederler.

Nihayetinde her sistem eninde sonunda maksimum entropi denen bir duruma ulaşır. Bu durumdaki bir sistemin, enerjinin eş biçimli olarak yayıldığı yani “termodinamik denge” içinde olduğu söylenir. Bu ilkenin bir sonucu olarak bir fincan kahve ile içinde bulunduğu odanın sıcaklığı zamanla eşitlenir.

Kahve ve oda kendi haline bırakıldığında bu sonucun geri dönüşü yoktur. Kahve asla kendiliğinden yeniden ısınmaz. (Oysa böyle olması için yeterli enerji sistemde mevcuttur.)
Bir başka deyişle, sistemi oluşturan parçacıklar arasında enerjinin eşit olarak yayıldığı durumların sayısı, enerjinin bir yerde toplandığı durumların sayısından olağanüstü derecede fazladır. Kahvenin soğuması ve odanın bir miktar ısınması kaçınılmaz olur.

 Her ne kadar “kapalı” ya da “izole” bir sistemin entropisi sürekli artmak zorundaysa da, “açık” bir sistemin entropisi düşük kalabilir. Bu durumda açık bir sistemin parçacıkları arasında düzensiz enerji dağılımı mümkün olur. Ancak bu durumda sistemi çevreleyen ortamda büyük bir entropi artışı gözlenir. 1944 yılında yayınladığı “Hayat Nedir?” adlı makalesinde Erwing Schrödinger canlıların böyle yapmak zorunda olduğunu iddia etmiştir.

Örneğin bir bitki soğurduğu yoğun enerji içerikli güneş ışınlarını kullanarak şeker sentezler; bunun sonucunda enerjinin çok daha az konsantre biçimi olan kızıl ötesi ışıma yapar. Bitkinin yaptığı fotosentez evrenin toplam entropisini arttırır, çünkü güneş ışığındaki enerji harcanmaktadır.

Görüldüğü gibi bir bitki evrenden çevresinden topladığı yoğun içerikli enerjiyi daha az yoğun içerikli bir başka enerji türüne dönüştürmekte, bu arada kendi içyapısındaki düzeni koruyarak, çürümekten kurtulmaktadır. Yani, entropi kanununa aykırı olarak bitkinin çürümemesi evrenin bir bütün olarak entropisinin artması pahasına gerçekleşir. Buna göre, okyanus ya da atmosfer gibi belli bir ısıya sahip dışsal bir banyo içinde bulunan atom kümeleri çevrelerindeki mekanik, elektromanyetik ya da kimyasal kaynaklarla daha iyi bir şekilde rezonansa girmek zorunda kalırlar.

Inanc Kaya Kizilkaya

DÜNYAMIZ HAKKINDA İLGİNÇ BİLGİLER

Günümüzde, dünya etrafında 22 bin adet uydu dolanmaktadır. Bunların %5 i çalışır durumda, %8 in yakıtı bitmiş, %87 si ise çalışmamakta çöp olarak dünya etrafında dönmektedir. Hergün uzayda yarattığımız uydu çöplüğünden ortalama 1 parça, dünyaya geri düşmekte ve ayrıca hergün, uzaydan dünyaya 100 ton ağırlığında meteor tozu düşmektedir.

Insanoğlu, astronot kıyafeti giymeden, korunmasız bir şekilde, yerden sadece 19 km yükseğe çıkabiilir. 19 km den sonra eğer giymez ise, vücudunda ki su, vücut sıcaklığında kaynamaya başlar. Dünyaya, hergün 8 milyon 600 bin yıldırım düşmektedir. Dinazorların, dev boyutlara ulaşmasının sebebi, o zamanlarda atmosferde daha fazla oksijenin bulunmasidir. Şu an ki hiçbir canlı o boyuta erişemez. Çünkü atmosferimizde artık o kadar oksijen bulunmamaktadır. Antartika`daki toplam buz miktarı, Atlas Okyanusundaki su miktarına eşittir.

Her yıl 2 bin adet yeni deniz türü keşfedilmektedir. Okyanuslarda ortalama 1 milyon adet tür yaşadığı düşünülmektedir ve şimdiye kadar sadece %33 ü keşfedilmiştir. Her yıl ortalama 8-12 insan, köpek balığı saldırısından ölmekte buna karşı 100 milyon köpek balığı, insan saldırısı dolayısı ile ölmektedir. Dünyada gerçekleşen volkanik patlamaların %90 ı okyanus tabanında gerçekleşmektedir.

Dünyanın en derin noktası Mariana Çukuru olup, okyanus yüzeyinden 10,9 km diptedir. Sahip olduğumuz altın rezervinin %99 u dünyanın çekirdeğindedir. Çekirdeğin sıcaklığı yaklaşık güneş yüzeyinin sıcaklığına eşit olup, değeri 5500 santigrat derecedir.

Dünyanın yüzeyinden merkezine olan uzaklığı 6371 kilometredir. Insan eliyle açılmış en derin deliğin uzunluğu ise 12,4 km olup, ismi Sakharin-1 kuyusudur. Karada yaşayıp, yüzeyden tam 2,8 km derinde olan bir bakteri çeşidi bulunmuştur.

Yaşamda kalabilmeyi, uranyumdan yayılan radyoaktiviteyi kullanarak suyu kullanabilir enerjiye dönüştürecek bir yetenek geliştirmelerine borçludurlar. Şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık Libya`da 57,8 santigrat derecedir. Kaydedilen en soğuk gün ise Antartika`da -89,2 santigrat derecedir. Dünyanın en kurak bölgesi Antartika`da Kuru Vadi`dir. Son 2 milyon yıldır hiç yagış almamıştır.

Önümüzdeki 300 yıl içerisinde, günümüzde var olan türlerin %75 inin soyu tükenecektir. Her kıta, yılda ortalama 2 santimetre yer degiştirmektedir. Her saniyede 2 insan ölmekte fakat hergün de yaklaşık 200 bin insan doğmaktadır.

Kaynak : evrimagaci.org

EVRENDE EN AZ BULUNAN, EN PAHALI OLANDIR

Maddenin ters ikizi olarak bilinen karşıt madde evrenin en nadir bulunan ve en pahalı maddesidir. Bakmasını biline doğa hep ipuçları verir, işte bu ip uçlarını çok iyi görenler de her zaman isimlerini andığımız bilim insanlarıdır. Onları üstün yapan da işte bu.

Anti maddenin varlığını şu basit denklem ile gündeme getiren bilim insanı hem Nobel ödülü kazandi hem de insanlığa müthiş bir enerji kaynağı hediye etmiş oldu. x2=4 denkleminin iki çözümü olduğu gibi (x= -2, x=2). Dirac denkleminin de biri pozitif enerjili diğeri negatif enerjili elektronlar için olmak üzere iki çözümü vardı. Fakat klasik fiziğe göre bir parçacığın enerjisi daima pozitif bir sayı olmalıydı.

Dirac bunun, her parçacığın kendisiyle tıpatıp aynı ama yükü zıt olan bir karşıt parçacığı olacağı anlamına geleceğini açıkladı. Örneğin elektron için her yönüyle aynı ama pozitif yük içeren bir karşıt elektron olmalıydı. Nobel konferansında karşıt maddeden oluşan tamamen yeni bir evrenin varlığını kurgulamıştı.

Peki bu anti madde nasıl oluyorda bizim için çok büyük bir enerji kaynağıdır, geleceğin roket yakıtları olabilir iddiasında bulunuyoruz ? Cevap yine Einstein’ın ünlü E= mc2 formülü, kütlenin enerjinin yoğunlaşmış bir biçimi olduğunu göstermesinde. Normal de bir maddeyi enerjiye dönüştürürken füzyon tepkimeleri ile kütlelerin ancak %1’den çok daha küçük bir bölümünü enerjiye çevirerebildiğimizi biliyoruz. Ancak, maddeyi neredeyse %100 verimle enerjiye dönüştürmenin bir yolu var: Maddeyi, ayna görünümündeki anti maddesi ile birleştirmek.

Avrupa Parçacık Fiziği laboratuarı CERN’de 1 milyon antihidrojen atomu yaratmayı başardılar. Toplam kütle, bir kilonun katrilyonda birinden daha küçük; yine de yıldızlararası yolculuk için ideal bir yakıt. Cünkü, maddenin ve antimaddenin 150’şer gramının birbirini yok etmesi, 10 milyon ton dinamitin patlama gücündeki 10 megatonluk bir hidrojen bombasının yapılabileceğinden daha fazla enerjiyi açığa çıkaracaktır.

İşte bunun için, bilimadamları tarafından karşıt maddenin gramı 6.25 Trilyon Dolar olarak hesaplanmıştır.

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : Evrenin zerafeti (Brian Greene) http://tr.wikipedia.org/wiki/Antimadde

NEDEN VE NE ZAMAN GALAKSİMİZİ TERKETMELİYİZ ?

Samanyolu Galaksisinde ki sıradan bir güneş sisteminin içinde yer alan ufacık dünyamızı birgün terketmek zorunda kalacakmıyız ? Mesafelerin ışık hızı olarak bahsedildiği ve bu hız da bile hareket etmiş olsak dahi galaksimizin dışına çıkmak için 20 bin ışık yılına ihtiyacımız olduğu gerçeği aslında biraz da köşeye sıkışmışlık hissi yaratıyor. Bizler şimdiye kadar hiç galaksimizin dışına çıkamadık.

Henüz öyle bir teknolojimiz yok. Çıkmamızda yüzlerce yıl süreceğe benziyor. Onun için hiç samanyolu galaksimizin dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafı yok. Sadece teleskoplardan çektigimiz fotoğrafları birleştirerek neye benzediğini biliyoruz. Sarmal bir yapısı olan ve merkezinde bir karadelik barındıran, yaklaşık 200 milyar yildiza ev sahipliği yapan bir galaksi. Bize en yakin galaksi, Andromeda galaksisidir, bizim galaksimizden iki kat daha büyük ve çok daha fazla yıldız içermektedir.

Sorun ise bu galaksinin saatte bir milyon km lik bir hızla üzerimize gelmesi. Yapılan hesaplamalara göre 3,75 milyar yıl sonra çarpışacağız. O zaman biz ne olacağız ? Zaten yapılan araştırmalar göre, yaklaşık 1,75 milyar yıl sonra dünyadaki koşullar insanların yaşamına elverişli olmayacak. Güneş büyüyecek, sıcaklıklar artacak ve okyanuslar buharlaşacak. Koşullar, insan yaşamının sürmesi için imkansız hale gelecek.( araştırmada insan eliyle oluşan iklim değişikliği ya da bir göktaşının çarpması veya nükleer savaş gibi insan yaşamını yok edebilecek ihtimaller dikkate alınmadan verilen süre olduğunu da hatırlatalım). Kısacası biz 1,5 milyar yıl sonrası için kendimize yeni bir ev bulmalıyız. Güneşimizden daha uzak bir gezegene gitmeliyiz. Galaksimizden de 3,75 milyar yıl sonra gidecek şekilde kendimizi planlamalıyız. Yoksa neslimiz yok olacak.

 Bu arada ilginç bir dipnot ise, iki galaksinin çarpışması öyle yıldızların birbiri ile çarpışıp, darma duman olması gibi olmuyor. Aklımızın alamayacağı büyüklükler ve mesafeler söz konusu olduğu için, yıldızlar yeni dengeler kuracaklar, çarpışmayacaklar. Nasa`nın süper bilgisayarlarında hazırlanmış simülasyonlar da da görüldüğü gibi çarpışacak yıldız sayısı 100 yıldız civarinda olacak. Ve bu iki galaksinin çarpışması 1 milyar yıl sürecek.

İster biz olalım ister olmayalım, evren var olduğu sürece, kendi yaşam döngüsünü ve dengesini her zaman koruyacaktır. Evren bizim için yaratılmadı. Biz onun ufacıcık bir parçasıyız ve bilim sayesinde de uzak geleceği görebiliyor, kabulleniyor ve çareler aramayı sürdürüyoruz.

Özgün makale : Inanc Kaya Kizilkaya

Ay`a uzay istasyonu kurma projesi

Bilim ve Teknoloji çıldırdı
Ay`a uzay istasyonu kurma projesi

Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) yakında artık kullanılmayabilinir. Buna sebep olacak ise meteor ve uzay da başı boş dolanan uydu parçacıklarının en az 25 bin km hız ile istasyona çarparark zarar vermesi tehdidi.

Bu nedenle, Ay`da bir uzay istasyonu inşa etmek fikrini ortaya atan Avrupa Uzay Ajansı (ESA) başkanı Prof. Jan Wörner ve ekibi araştırmalarına başladı.

Düzenleyen ve Çeviri : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : http://www.bild.de/…/so-soll-das-mond-dorf-aussehen-4124303

IŞIĞIN EFENDİSİ THOMAS YOUNG

Thomas Young, 1773-1829 yılları arasında, Einstein’dan 100 yıl kadar önce yaşamış bir İngiliz fizikçidir. 2 yaşında okumayı öğrenmiştir ve daha 16 yaşında iken bildiği dil sayısı 9’a ulaşmıştır. O gerçek bir dahidir. Böyle birinin doğanın oluşumu ile ilgilenmesi ve bilim insanı olarak yetişmesi, insanlığın en büyük şanslarından biri olduğunu söylememiz abartı olmayacaktır.

Aristoteles’ten Newton’a kadar, doğa felsefecileri ışığın çok küçük parçacıklardan oluştuğu düşüncesini binlerce yıl boyunca savunmuştu. Einstein’dan yüzyıl önce yaşamış olmasına karşı aslında ikisi de sözünü esirgememesi yüzünden toplum dışına itilmiş ve kaderlerinde yaşadıkları dönemdeki bilimsel kurumlarla devamlı bir savaşım halinde olmuşlardı.

Matematiği çok hızlı öğrenmesi ve amatör bir bilim adamı olmasına rağmen Young, aynı zamanda doktor olmak üzere tıp eğitimi alıyordu. 26 yaşında iken, ışığın parçacıklardan değil dalgalardan oluştuğu ve renklerinin de farklı titreşim frekanslarından kaynaklandığı tezini ileri sürdü. Fizikte meydana gelen bu radikal fikir aynı zamanda da bilim dünyasının merkezi olan Londra Kraliyet Derneği’ne açılmış bir savaş anlamına geliyordu.

Kendisi ile alay edilmesi, gururunun kırılmasına karşı Young yine de yılmadı. 1801'de Çift yarık deneyinde ışığı yan yana bulunan iki ince yarıktan geçirerek, ışığın, girişim deseni denilen, aydınlık ve karanlık çizgilerinden şekil oluşturduğunu gördü. Deneylerindeki girişim (interferans) sayesinde ışığın dalga boyunu ölçtü.

Bir sonraki yıllarda parçacık teorisinin aleyhindeki kanıtların artmasıyla birlikte, gittikçe daha fazla sayıda bilim adamı ışığın dalga teorisini benimsemeye başladı. Ancak bu süreçte çoğu bilim insanı Young’un payından söz etmeyi unuttu.

Young, hayata gözlerini yumarken kendisini küçük düşüren bilim çevrelerinin teorisini kabul edip ispatladıklarını görmenin huzuru içindeydi. Aradan 300 yıl geçmesine karşı biz de kendisini unutmadığımızı ve saygı ile andığımızı göstermek istedik. Tarih mutlaka herkesi hak ettiği yere koyacaktır.

Düzenleyen: İnanç Kaya
Kaynak: Dünyayı Değiştiren Beş Denklem (Michael Guillen)

GEZEGENLERDE YAŞAM ARARKEN NEDEN SIVI ARIYORUZ ?

Bu sorunun cevabını verebilmek için, kriter olarak aldığımız ve bildiğimiz tek üzerinde canlı yaşayan gezegen Dünyamız. Dünyamızın atmosferi var, o halde yaşam için atmosfer gerekli. Dünyamızın büyüklüğü ve çekim kuvveti yaşama uygun, o halde ölçüler 3 kat yukarı ,1/3 aşaği olabilir diyoruz. Bir enerji kaynağımız var , o halde bir gezegenin yaşam barındırabilmesi için mutlaka bir enerji kaynağı (güneşi) olması gerekir diye düşünüyoruz ve bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Su, bizim gezegenimiz de yaşamın oluştuğu yer. Suda başlayan ilkel tek hücreli yaşam ve karaya geçiş. Peki neden yaşam suda başladı ? Su niçin yaşamın başlangıcı için çok önemlidir ?

Buna verilecek cevap çok seçenekli olacaktır. Dünyanın ilk oluşum zamanları olan 4,5 milyar yıl öncesinden başlayan serüven de meteor yağmurları ile dünyamıza gelen bir çok elementin aşure oluşturması için sıvı gereklidir. Çünkü havanın yoğunluğu, atomların ve elementlerin çarpışıp birleşmesini sağlayacak kadar yoğun değildir. Bizim gezegenimizde canlı yaşamı başlatan sıvının adı su. Fakat bilim insanları, deniz ve okyanuslarin derinliklerinde çok basınçlı ortamda ve yanardağ ağızlarında, asitli ortamlarda bile canlı yaşamını gördükten sonra, bu hayat kaynağının, su haricinde başka bir sıvı da olabileceğini düşünerek , yaşam olabilecek gezegen arayışlarında su yerine , sıvı aramanın daha uygun olacağına karar verdiler.

lk gezegen adayı 1995 yılında, 50 ışık yılı uzağımızdaki 51 Pegasi yıldızının çevresinde belirlendi. Araştırmacılar, gezegenin yaklaşık Jüpiter büyüklüğünde, ama yıldız çevresindeki yörüngesinin, bizim Merkür'ün Güneş'e olan uzaklığından sekiz kat daha yakın olduğunu belirlediler. Elbette bu yakınlıktaki bir gezegen, cehennem gibi sıcak olmalıdır. O günden bu yana keşefedilen yeni gezegenlerin sayısı da hızla arttı. Teleskopların ayna çaplarının giderek artması ve milyonlarca yıldızın aynı anda gözlenmesini sağlayan bilgisayar programları sayesinde son yıllarda gezegen keşiflerinde bir patlama yaşandı.

Şimdiye kadar Samanyolu Galaksisinde ve teleskoplar ile görebildiğimiz sınırlar içerisinde ilkel ya da kompleks bir yaşama rastlamadı bilim insanları. Evrenimizde bizim gezegenimiz dışında başka gezegende yaşam olmadığını söylememiz , evimizin penceresinden bahçemize bakıp, orayı bütün dünya sanmamız kadar öngörüsüzlük olur.

Dünya dışı yaşam arayışında büyük öncülük yapmış olan Carl Sagan`nın dediği gibi "Eğer tüm evrende yaşam sadece Dünya'da varsa, bu çok büyük bir yer israfı olurdu."

Yazan : Inanc Kaya Kizilkaya

YILDIZLARIN DOĞUM ve ÖLÜM DÖNGÜSÜ

Yıldızlar bulutsular içinde bir araya gelip sıkışarak oluşan önyıldızlar olarak hayatlarına başlar. Bu ön yıldızlar ne kadar büyük kütleye sahipse, o kadar kısa ömürlü olup, bir o kadar da görkemli biçimde hayatlarını sonlandırır. En yüksek kütleli mavi süper devler birkaç milyon yıl içinde süpernova patlaması ile bir karadeliğe dönüşürken, daha düşük kütleli dev yıldızlar aynı sürecin sonunda birer nötron yıldızı olarak hayatını sonlandırır.

Daha küçük, örneğin Güneş kütleli yıldızlar ise ömürlerinin sonuna doğru daha ağır elementleri yakmaya başlayarak önce bir kırmızı dev'e, ardından gezegenimsi bulutsulara dönüşerek dış katmanlarını uzay boşluğuna bırakır ve bir beyaz cüce olarak yavaşça soğuyup ölüme terkedilirler.

Güneş’ten daha küçük kırmızı cüce yıldızlar da benzer bir süreci bu kez çok daha uzun yıllar sonra yaşarlar. Ancak, tümünün başına bu geleceğinden emin değiliz. Kırmızı cüce yıldızların büyük bölümü, ağır elementleri yakıp kırmızı dev sürecine girebilecek kütleye sahip değiller. Dolayısıyla yavaşça sönüp bir "kara cüce"ye dönüşebilirler.

Tüm bu yıldızlardan uzaya saçılan artıklar, bulutsuları (nebula) zenginleştirerek yeni yıldızların ve bunların çevresindeki gezegenlerin oluşmasına katkıda bulunurlar.

Hiçbir zaman bir yıldıza dönüşemeyen kahverengi cücelerse, hayat
a nasıl başladılarsa öyle devam ederler. Giderek soğur ve zaman içinde tamamen karanlığa gömülürler.

Inanc Kaya Kizilkaya

Oturan Boğa'nın gerçek liderlik hikayesi ...

Öngörüsü yüksek lider, Oturan Boğa

ABD ordularına karşı savaşan son Kızılderili kabile şefi. Siyuların Lakota grubundan Hunkpapa kolunun reisi ve 25 Haziran 1876 tarihinde 7. Amerikan Süvari Birliği'ni yenen 3.500 savaşçının lideri.

Soykırım korkusuyla kabilesini Kanada'ya göç ettirdi ve 1881'e kadar orada yaşadı.Montana'daki bir ABD birliğine saldırınca yakalandı, ancak Amerikan hükümetince bağışlandı.
Yaşamının geri kalan bölümünü, Vahşi Batı Sirki ile dolaşarak geçirdi. Büyük ilgi odağı olan Oturan Boğa, izleyicilere kendi dilinde söverken, halk kendisine gülmüştür.

Aslında ilgisi olmamasına karşın Hayalet Dansı hareketinin önderliği ile suçlandı ve kendisini tutuklamaya gelen polislerle çatışırken hayatını kaybetti. İronik bir şekilde, tutuklamaya gelen polisler, zamanında Oturan Boğa'yla birlikte beyazlara karşı savaşan, ancak sonradan beyazların yönetimine girerekyerli polisi olan kızılderililerdir.

Oturan Boğa'nın beyazlar üzerine yaptığı bir konuşmadan kesit[kaynak belirtilmeli]:
“(...) Sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama yoksulların bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için yoksullarla güçsüzlerden vergiler alıyorlar. Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve öteki süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu millet, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor. (...)

Düzenleyen :inanc kaya kizilkaya
Spiegel wissen ,Wikipedia

DÜNYAMIZI MAHVEDİYORUZ

Bilim İnsanlarının analizi şu şekilde :

İNSANLIĞIN AŞTIĞI 4 SINIR

1- İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: Sınır CO2 oranı 350 ppm idi. Şu an 400 ppm ve artıyor.

2- FOSFOR VE NİTROJEN: Yıllık kullanım fosfor için 11 tg, nitrojen için 62 tg olmalıydı. Yıllık fosfor miktarı 22 tg'ye, nitrojen miktarı ise 150 tg'ye çıktı.

3- TÜRLERİN YOK OLMASI: Türlerin yüzde 90'ını korumamız gerekiyordu. Biyolojik çeşitlilik yüzde 84 azaldı.

4- ORMANSIZLAŞTIRMA: Ormanların yüzde 75'ini korumalıydık. Yüzde 62'si korundu.

HENÜZ AŞILMAYAN SINIRLAR

5- MİKROSKOBİK ZEHİRLİ PARTİKÜLLER: Güney Asya'da tehlike çanları çalıyor.

6- OZON DELİĞİ: Yüzde 5'in altında kalmalıydı. Sınırdayız.

7- DENİZLERDE ASİT ORANI: Bazı bölgelerde mercanlar ve kabuklu hayvanlar yok olmaya başladı.

8- TATLI SU KULLANIMI: Yıllık kullanım sınırı 4000 km³. Halen 2600 km³ kullanıyoruz.

9- RADYOAKTİF ATIKLAR VE PLASTİKLER: Bazı gözlemciler durumun tehlike boyutuna ulaştığını ileri sürüyor ancak bilimsel veri yok.

Inanc Kaya Kizilkaya

Bilim insanları daha dev boyutta meyve yapmanın eşiğinde,

Dünya nüfusu her saniye 2,6 kişi artıyor. 1970 yılında dünya nüfusunun bugünkünün yarısı kadar olduğu biliyoruz. Hızlı nüfus artışının gelişmekte olan ülkelerde doğum kontrolünün etkin bir şekilde uygulanamamasından kaynaklandığınu ve bazi ülkelerin nüfusunun 1 milyari gectigini düsünür isek böyle bir dev meyve üretimine nicin ihtiyac duyulduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Bu fikre ilham veren ise domates. Cünkü, domates 500 yıl önce ilk defa Avrupa`ya geldiğinde ki boyutu ile karşılaştırılır ise muazzam bir büyüklükte olduğu görülür. İşte, bu büyümenin sebebini bulup, ufak bir müdahale ile meyveler şimdiki boyutunun iki hatta üç katına çıkarılabiiınir mi ?
New York'ta Cold Spring Harbor Laboratuvarı (CSHL) Zachary Lippman ve ekibi, bu sorunun cevabını bulmak için bir dizi deneyler yaptılar.

Ana kök denilen meristem ucu büyümenin başladığı yer. O bölgede ne oluyor ise bu bitkinin ne kadar büyüyeceğini belirliyor, Meyve ve diğer bitkilerin boyutunun bu bölge ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Orada farklılaşmamış hücreler, sürekli bölmek ve meyvenin yaprağının, dallarının ve ürününün ne kadar gelişmekte olması gerektiğini belirlediği görüldü.

Lippman ve arkadaşları şimdi büyük meyvelere doğrudan yol açan bu kök hücrelerin sayısının domateslerde sekiz olduğunu ve kök hücreye müdahale ile bu sayının çoğaltılıp, azaltılabileceğini hatta kök hücrenin boyuna müdahale edebileceklerini gördüler. Onun içinde, meristem ucunda ki büyüme kodunu değistirebileceklerini iddia ediyorlar.

Saygın bir bilim dergisi olan "Nature Genetics" te yayınlanan makalede ,örneğin domateste bulunan ikinci kök hücrenin ( ismi CLAVATA 3) büyümeden sorumlu olduğunu ve CLAVATA3 zincirini kısaltır isek, büyük meyve elde edilecegini söylüyorlar. Laboratuvarlarda araştırmalar ve denemelere başlandı.

Ceviri : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : http://derstandard.at/…/Forscher-finden-einen-Weg-riesige-F

MAKSIM GORKI

14 yaşında okumayı öğrenip, dünyanın en iyi yazarları arasına giren Maksim Gorki,
Aslında gerçek adı bu değil. Gorki rusçada acı demektir. Bu isim ona çevresi tarafından, çok acı bir hayat hikayesi olduğu için verilmiş. Asıl ismi Aleksey Maksimoviç Peşkov.

Hayat hikayesinden bildiklerimiz, 5 yaşında iken babasının ölmesi, annesinin yoksulluktan evlenmek zorunda kalması ve kocasının Gorki`yi yanına almayı kabul etmemesi. 8 yaşında hamal olarak calışmaya başlaması, sokaklarda büyümesi ve yoksulluk, yokluk içinde bir hayat sürmesi.

14 yaşına kadar okula gidemeyen Gorki, bir gemide bulaşıkçılık yaparken okumayı sırf merak ettiği için öğrendi. Bir intihar girişiminde bulunmuş olması aslındayaşadığı hayat koşullarına bakınca şaşılacak bir durum gibi görünmüyor . Daha sonra da ilk öyküleri Tiflis'te bulunduğu yıllarda dergilerde yayınlandı. 1895'te Petersburg'da yayınlanan bir dergide çıkan "Çelkaş" adlı öykü ile ünlendi. Ardından "Yirmi Altı Erkek ve Bir Kız" öyküsü yayınlandı. Ünü hızla yayıldı.
Marksizmi benimsedi. Komünist Parti içinde 1903'teki bölünmede Bolşevikler'e destek verdi. Ama partiye hiçbir zaman resmi üye olmadı.

Halkını tutan çoğu aydının ölümü gibi oldu ölümüde. Oğlunun Mayıs 1935'teki ani ölümünü takiben Gorki de, 1936 yılında Haziran ayında öldü. Her ikisinin de ölümü şüphe altındadır. Zehirlendikleri iddia edilmiş, ama bu iddia hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Gorki’nin cenaze töreninde tabutu taşıyanlar arasında Stalin ve Molotov da yer alacaklardır.

1938'de Buharin'in mahkemesinde Gorki’nin, Yagoda'nın NKVD ajanları tarafından öldürüldüğü itiraf edilmiştir.

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : http://tr.wikipedia.org/wiki/Maksim_Gorki

NÜKLEER ENERJI NEDIR, ÜLKEMIZE GEREKLIMIDIR ?


Nükleer santral, bir veya daha fazla sayıda nükleer reaktörün yakıt olarak radyoaktif maddeleri kullanarak elektrik enerjisinin üretildiği tesistir. Radyoaktif maddeler kullanılmasından dolayı diğer santrallerden farklı ve daha sıkı güvenlik önlemlerini, teknolojileri içerisinde barındırır.
Nüklleer enerji için inşa edilen, nükleer reaktörün içinde olanlara bakalım önce. Yani enerjinin kalbine yolculuk, bizi daha bilinçlendirecektir.
Enerjinin kalbinde, uranyum vardır. Uranyumun içinde bulunan nötronlara, dısarıdan nötron verilir. Nötron + ya da - olmadığından, protonun artısından ve elektronun eksisinden etkilenmeyip, merkeze cok rahat ilerler. Hiçbirsey onu durduramaz ve gider merkeze çarpar.

Merkeze çarptığı zaman, 1 nötron, 2,2 nötronu dışarı saçılmaya zorlar. Böylelikle nötronlar, zincirleme reaksiyona başlar. Bütün nötronlar birbirine sürtünür, hareket eder ve ortaya çok büyük bir ısı çıkar. Bu ısı ve hareketlilik kontrol edilebilirse ve üzerinden su geçirilir ise bu su, çok yüksek derecelere ulaşır. Nükleer reaktörün kalbinde olanlar bundan ibarettir.

Bunun kimyadaki adı, zenginleştirilmiş uranyumdur, ısıyı gerçekleştirende budur.
Elde edilen bu buhar daha sonra elektrik jeneratörüne bağlı olan buhar türbinine verilir. Su buharı, türbin mili üzerinde bulunan türbin kanatları üzerinden geçerken daha önceden almış olduğu ısıl enerjiyi kullanarak, türbin milini döndürür. Bu mekanik dönme hareketi sonucunda alternatörlerde elektrik elde edilir. Jeneratörde oluşan elektrik ise iletim hatları denilen iletken teller ile kullanılacağı yere gönderilir. Türbinden çıkan, ısıl enerjisi yani sahip olduğu basınç ve sıcaklığı düşmüş olan buhar, tekrar kullanılmak üzere yoğuşturucuda (kondenser) yoğuşturulup su haline dönüştürüldükten sonra, tekrar reaktörün kalbine gönderilir. Yoğuşturucu da su buharının faz değişimini yapabilmek için çevrede bulunan deniz, göl gibi su kaynaklarını soğutucu olarak kullanır.
Uranyum, sadece su ısıtmaz, aynı zamanda radyasyonda üretir. Bunun için reaktör, cok kalın beton ve çelik ile örtülür.

1986-1994 yılları arası, Çernobil nükleer felaketinden sonra yayılan radyasyon ve radyoaktif maddelerin kanser ve çesitli hastalıklar yapması sonucunda toplam 985.000 kişi hayatını kaybetti.
2011 yılında, Japonya`nın yaşadığı tsunami sonrası, nükleer enerji santralleri yapım ve inşasında, çok daha yüksek teknoloji kullanılmaktadır, gelişmiş ülkeler tarafından. Güvenlik tedbirleri alındığında, aslında karşı olunacak bir enerji değildir. Fakat bizden çok daha fazla, teknolojik açıdan, gelişmiş ülkelerde bile böyle felaketler yaşanıyor ise bir kez daha oturup düşünmek gerekli, bu santralleri kurmadan önce.

Alternatif enerji kaynakları, Güneş ve Rüzgar enerjisidir. Ülkemizde bol olan iki enerji kaynağı. Ağir sanayii, enerji ihtiyacını karşılayacak şekilde, en kısa zamanda bu zararsız, doğanın bize sunduğu enerji kaynaklarından, yararlanmamız ve yaymamız gereklidir.

ceviri ve düzenleme : inanc kaya kizilkaya

GÜNEŞ NİÇİN PATLAR ?

Nasa ve birçok uzay istasyonu, güneşi adım adım izliyor. Sebebi ise en önemli enerji kaynağımızın güneş olması. Bazen güneşte o kadar büyük patlamalar oluyor ki , patlamanın herbirinin içine birkaç dünya sığacak boyuta ulaşıyor. Dünya bunun etkisini uzaklıktan dolayı 8 dakika da görebiliyor. Bir atmosferimizin ve manyetik kalkanımızın olmasından dolayı da , güneşten bize ulaşan radyasyonlardan korunmuş oluyoruz. Buraya kadar herkesin bildiği bir konu bu.

Güneş Sistemi kütlesinin % 99,8'ini oluşturur. Geri kalan kütle- Güneş'in çevresinde dönen gezegenler, asteroitler, gök taşları, kuyruklu yıldızlar ve kozmik tozlardan oluşur. Güneşin içine 1000 dünya ya da 300 Jupiter`in sığabildiğini söylesek büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur. Samanyolu Gökadasında bilinen yaklaşık 200 milyar yıldızdan birisi olan Güneş'in kütlesi sıcak gazlardan oluşur ve kendi ekseni etrafında saatte 70.000 km hızla döner ve bir tam turunu yaklaşık 25 günde tamamlar.
Güneşin yüzey sıcaklığı 5500 °C ve çekirdeğinin sıcaklığıysa 15,6 milyon °C’dir. Güneş'ten çıkan enerjinin 2,2 milyarda 1'i yeryüzüne ulaşır. Geriye kalan enerjisi uzayda kaybolur. Güneş’in üç günde yaymış olduğu enerji, Dünya'daki tüm petrol, ağaç, doğal gaz vb. yakıta eşdeğerdir. Bu muazzam enerji kaynağı aslında bazen geniriyor da diyebiliriz.

Sebebi ise ; Saniyede 600 milyon ton hidrojen, helyuma dönüşür. Bu da, Güneş`in her geçen saniye 4,5 milyon ton hafiflemesine yol açar. Güneş'teki füzyon olayı sonucunda kızıl kırmızımsı bir alev 15-20 bin km yükselir ve Güneş Fırtınası meydana gelir. Güneş lekeleri aslında yüzeyde daha az sıcak olan bölgelerdir. Bu lekeler milyonlarca alanda ve yükseklikte manyetik alanlar oluştururlar.
Patlamalar Güneş’in ürettiği yüksek enerjili ışınım ve atomik parçacıkların aniden boşalması sonucu oluşur. Bu ani ve şiddetli boşalma güneş lekelerinden çıkan parçacıkların manyetik alanlara yakalanmamasından dolayı gerçekleşir. Bu enerji atımını bir hortumdan tazyikli suyun dışarı çıkışı olarak düşünebiliriz.

Astronomlar bu patlamaları X-ray ışımalarının şiddetine göre üçe ayırmışlardır buna göre X sınıfı patlamalar en büyük ve şiddetli M sınıfı patlamalar orta şiddetli ve C sınıfı patlamalar ise genellikle M sınıfı patlamalardan sonra meydana gelen küçük patlamalardır. Bu patlamalar sonucunda uzaya güneşin normal zamanda fırlattığından on milyon kat daha fazla sayıda atomik parçacık fırlatılır. Bu parçacıklardan biri olan nötrinolardan bir saniye içerisinde vucudumuzdan milyarlarcası biz hissetmeden geçmektedir. Nötrinolar elektrik yükü ve hatta neredeyse kütlesi olmayan, ışık hızında hareket eden ve çok ender olarak diğer bir maddeyle etkileşime giren temel parçacıklardır.

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : http://www.spiegel.de/…/sonnensturm-nach-gewaltiger-explosihttp://www.focus.de/…/frage-von-frauke-bruesemeister-was-pahttp://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCne%C5%9F http://www.gokyuzu.org/index.php

Avrupa mantarları, Kuzey Amerika'da yaşayan milyonlarca yarasanın ölümünden sorumlu,


Medeniyetimizin tehdit ettiği , gezegenimizin en son ilkel kabilesi yok olma tehdidi ile karşı karşıya adlı çeviri ve düzenlemesini yaptığım makale de olduğu gibi burada da böyle bir olay söz konusu.
Peru'nun Amazon ormanlarında dış dünyadan izole bu kabile olan mashco-piro kabilesinei,medeniyetten giden insanlar, onların bağışiklık sistemlerinin tanımadığı sadece medeni insanların bağışıklık sistemlerinin mücadele edebildiği grip, difteri gibi hastalıkları bulaştırıyor olması ölümlerin en büyük sebebini oluşturduğunu ve yok olma tehdidi ile karşı karşıya olduklarından bahsetmiştik.

İşte Avrupa`dan tamamen insanların, nakil yolu ile Kuzey Amerika`ya taşıdıkları Avrupa Mantarları da yarasalara ayni etkiyi göstermiştir.

Latince adı Pseudogymnoascus olan bu mantar, hayvanlarda çözünür olan beyaz burun hastalığı olarak da bilinen beyaz burun sendromundan (WNS) sorumludur.
Beyaz burun sendromu, ilk olarak Kuzey Amerikalı yarasalarda 2006 yılında tespit edildi. Bu hastalik yarasalarda özellikle, burun bölgesini yanı sıra kulakları ve kış uykusunda ki yarasa kanatlarını etkiliyor.

O zamandan beri altı milyondan fazla hayvanın bu hastalıktan öldüğü tahmin edilmektedir. Hastalıklı hayvanlar kış uykusu sürecinde gerekli olan ve hayatta kalmalarını sağlayan yağ rezervlerini oluşturamıyor ve ölüyorlar.

Bölgeye getirilen bu mantarlar, bölge geneline hızla yayıldı. Şimdiye kadar, hiçbir tedavi yöntemi hastalığı durduramadığı için bu mantarları yok etmek için ugraşan bilim insanlarının çabaları sonucunda bazı mantar popülasyonları neredeyse tamamen yok edildi.

Besin zincirine insan müdahelesini ve bir canlı türünün yok olmasının hızını, bizlerin katkısını gösteren yakın zamanımızın bir örneğidir. Umarız son örnek olur.

Düzenleyen ve çeviren : Inanc Kaya Kizilkaya
Kaynak : http://derstandard.at/…/Europaeischer-Pilz-toetet-Millionen

Medeniyetimizin tehdit ettiği , gezegenimizin en son ilkel kabilesi yok olma tehdidi ile karşı karşıya

Peru'nun Amazon ormanlarında dış dünyadan izole bu kabilenin adı mashco-piro. Bu yerli kabilenin yasam tarzı ve hayatta kalma mücadelesi , medeniyetimiz tarafından tehdit altında.

Onlarca turistin yatları ile kıyıya gidip rahatsiz etmelerini ve iletişim kurmalarını önlemek amaci ile Peru Hükümeti yasak koydu ise de yine de uyuşturucu kaçakçılarının ve maden arayanların gizlice bölgeye girmesi sonucu kabile üyeleri arasında ölüm oranı yükselmeye başladı.

Medeniyetten giden insanlar, gezegenimizin son ilkel kabilesine, onların bağışiklık sistemlerinin tanımadığı sadece medeni insanların bağışıklık sistemlerinin mücadele edebildiği grip, difteri gibi hastalıkları bulaştırıyor olması ölümlerin en büyük sebebi.

İspanya Hükümeti, sayıları sadece 200 kişi kalan bu kabileye yardım edebilmek için bölgeye bilim insanlarını gönderdi. Amaç kabileyi daha iyi taniyabilmek ve yok olmalarını önleyebilmek.
Medeni Insanların yok etmeye çalıştıkları bu, kendi halinde mutlu kabileyi umarım bilim kurtarabilir.

Kaynak : http://www.spiegel.de/…/peru-isoliert-lebende-indios-bedroh
Ceviri : Inanc Kaya Kizilkaya

GRİBİN BAZI İNSANLAR DA NEDEN ÖLDÜRÜCÜ OLDUĞU BULUNDU

Her yıl ağır gribe yakalanan kişi sayısı ayrıca gençlerin, çocukların ve yaşlıların genellikle en duyarlı gruplar olduğu düsünüldüğünde,, bu grupta olanların ölüm sayisinin fazla olmasi beklenir..Bu konuda en caprici aciklama ise :New York Rockefeller Üniversitesi hekim Jean-Laurent Casanova, "Bu insanlarin yoğun bakım döneminden önce ölmüş olmasr gerekirdi" diyor ,

Doktorlar şiddetli gribe yakalananlar da ise bu risk gruplarında ki ölüm oranlarının aslında istatiklerde hiçte abartılı bir yerde olmadığını anladı.

Gripten ölümlerin sebebini ise şöyle : Grip virüsüne karşı savunmaya gecmesi beklenen bir genin ,sakat bir mutasyona uğramış oldugu belirledi. Çalışma hatalı genler ölümcül gribi vakaları ve diğer öldürücü virüslerin bazı insanlar üzerinde ki ölümcül etkilerini bu şekilde açıklayabilir diye düşünülüyor.

IRF7 bağışıklık sisteminin kontrol anahtarlarının biri. İşte bu anahtar gende ki yanlış kodlama ölümlerin başlıca sebebi.

Kaynak : http://news.sciencemag.org/…/bad-gene-cripples-flu-defenses
Çeviri : inanc kaya kızılkaya

Tehlikeli gökcisimlerinin araştırılması ve takibi,

Dünyamıza çarpma riski olan, yaklaşık 500 asteroit Avrupa Uzay Ajansı ESA`nin risk listesinde yer almaktadır. Göksel cisimler Dünya'ya tehlikeli olabilecek yakınlık derecesine göre sıralandı. Devamlı gözlem altında tutuluyor. Uzaydan böyle bir tehdit karşısında korunmak için, ESA ABD uzay ajansı NASA "asteroit etki misyonu" adı altında işbirliği yapmayı planlıyor.

Her ne kadar gökyüzü durağan gibi görünse de büyük bir hareketlilik mevcut. Dolayısı ile hergün, dünyamız ve yaşamımız tehdit altında. Tehlikeli olabilecek cisimler sıralamasında baz olarak alınan en önemli kriter ise, cismin çapının en az 150 metre olmasıdır. Dünya'ya göre en az yörünge kesişme uzaklığı da hesaplanarak tahribat hesaplaması yapılır.

Bu özelliklere sahip, cismin yere çarpması durumunda eşi görülmemiş bölgesel tahrîbat yapabilmeye ya da okyanusa düşmesi durumunda bir tsunami oluşturabilmeye yeterlidir. Dünya'ya böyle çarpma olayları ortalamada 10.000 yılda bir ya da daha ender olmaktadır.

Bu tespitler güvenlik ve hesaplama konusunda yüzde yüz güvenilir değildir. Çünkü, bir cismin gezegen veya aylara fazla yaklaşmasında çekimsel düzensizliklere mâruz kalır. Bu etkiler cismin yörüngesini değiştirerek kimi zaman önceden tehlike arzetmeyen bir cismi bir an da tehlike hâline getirir veya tersi olur. Bu, Güneş Sistemi'nin dinamik karakterinden kaynaklanmaktadır.
Bizi de ve gelecek kuşaklarımızı da yakından ilgilendiren böyle bir gözetlemede ve tedbir alımında gönül isterdi ki ülkemizde duyarli olup gerek finans gerekse insan kaynakları ile bilimin yaninda yer alsın.

Kaynak : http://www.n-tv.de/…/Esa-und-Nasa-schiessen-Asteroid-aus-Umhttp://tr.wikipedia.org/wi…/D%C3%BCnya%27ya_Yak%C4%B1n_Cisim

Ceviri ve düzenleme : Inanc Kaya Kizilkaya

Einstein`in beyninin ölümünden sonra ki macerası,


18 Nisan 1955’te, Albert Einstein iç kanama geçirdi. İsrail’in kuruluşunun yedinci yıl dönümü nedeniyle bir televizyon konuşmasının taslağını hazırlıyordu ama bitiremeden hayatını kaybetti.

Einstein ameliyatı şu sözlerle reddetti, “İstediğim zaman gitmek istiyorum. Hayatı yapay bir şekilde uzatmak tatsız. Ben payımı kullandım, şimdi gitme zamanı ve bunu zarif bir şekilde yapmak istiyorum”. 76 yaşında, Princeton Hastanesi’nde gece saat 01.55'te yaşamını yitirdi.

Otopsisi sırasında Princeton Hastanesi patolojisti Thomas Stoltz Harvey o gece nöbetteydi ve Einstein'ın ölüm nedenini belirlemesi gerekiyordu. Beyni kafatasından çıkardıktan sonra kendi kendine "Bu dünyamız hakkında herşeyi değiştiren beyindir" demiştir.

Einstein öldükten sonra vücudunun putlaştırılarak tapılmasını istemiyordu. Fikirlerine ve bilime olan katkısına odaklanması gerektiğine inanıyordu. Bunun için ailesi tarafından öldükten sonra yakılması fikri ortaya atıldı. Harvey bedeni yakılması için hazırladı. Beyni ise kendi sefer tasına koydu ve evine götürdü. Böylece Einstein'ın beyni çalınmış oldu. Gözlerini ise pataloji labaratuvarında çalışan Henry Abrams çaldı. Gözler şu an New York'ta güvenli bir yerde tutuluyor.

Beyni ise gözleri kadar şanslı olamadı. Bir mezar taşı bile olmayan Einstein`ın beynini çalan Thomas Stoltz, beyni 240 parcaya bölerek, özel sıvı içinde iki kavanozda sakladı. Kendi başına yaptığı araştırmalarda beyinde özel bir duruma rastlamadı. Eşinden ayrılıp dolayısı ile evi terk etmek zorunda kalınca Einstein`in beynini eski eşinin evinde unuttu.

Çöpe atacağım gel al tehdidi üzerine beyni alıp, uzun süre kendi evinde ki bira dolabının içine sakladı. Einstein`in ölümünden 40 yıl sonra ise nihayet Thomaz Stoltz, Kanadalı Nöroloji uzmani Sandra Witelson`a beyinden elli parça verdi. 1997 yılında 84 yaşına gelen Stoltz, beynin bir kısmını Einstein`ın torunu Evelyn`e vermek için uzunca bir yolculuk yapıp Kaliforniya`ya gitse de, torun bunu tavuk çorbasına benzettiği için almadı. Ölümünden 42 yıl sonra beyinden kalan bazı parçalar Chicago Sağlık ve Tıp Ulusal Müzesi ve daha sonra ki süreçte ise birkaç parça da Philadelphia Müzesinde güvene alındı.

Beyinden kalan daha büyük bir miktar ise 53 yıl sonunda çalındığı Princeton Hastanesi’ne geri döndü. Einstein`in beyninin geri kalan parçalarının akıbeti ise bilinmiyor.
Yapılan incelemeler ise, Einstein`ın beyninde bulunan ve beyin nöronlarını besleyen glial hücrelere odaklanmıştı. Einstein'ın beyninde normal bir insana nazaran daha fazla glial hücre bulundugu tespit edildi.


Kaynak : http://www.n-tv.de/…/Die-Odyssee-von-Einsteins-Gehirn-artichttp://tr.wikipedia.org/wiki/Albert_Einstein

Düzenleme ve ceviri : Inanc Kaya Kizilkaya

DÜNYANIN EN BÜYÜK DANIMARKALISI NIELS BOHR KIMDIR ?

Bu ünvanı ona, bizzat Danimarkalılar vermiştir. Dünyanın en büyük Danimarkalısı diyerek, övünç kaynakları dört sebepten biri olarak görmüşlerdir.

Niels Bohr, kuantum fiziğine 50 yılını vermiştir. Kuantum kuramının atom yapısının belirlenmesinde ilk kez model oluşturmuş ve atom çekirdeğinin "Sıvı damlacığı modeli" ni geliştirmiştir. Rutherford, Einstein gibi çok ünlü bilim insanları ile çalışmıştır.

Kopenhag Teorik Fizik enstitisü başkanlığı yapmış, kürsü sahibi, genç fizikçilerin çalışmak için can attığı, sıraya girdiği bir bilim insanıydı. Hatta başkanlığını yaptığı enstitü bütün çevreler tarafından Bohr enstitü olarak anılırdı.Yetiştirdiği ünlü fizikçiler arasında, Heisenberg, Pauli, Gamaw, Landau`da vardır.

1922`de emekleri Nobel ile ödüllendirilmiştir. Oğlu Aage Bohr`da babası gibi büyük bir fizikçi olup 1975`te Nobel Ödülünü kazanmıştır.

"Kuantum mekaniğini düşündüğünüzde, başınız dönüp mideniz bulanmıyorsa, onu gerçekten anlamış sayılmazsınız" sözü Ona aittir.

Niels Bohr`un, evrenin kuantum mekaniğine göre son derece farklı işleme tarzı ile görüşleri, kuantum tuhaflığı hala bir cok bilim insanın başını döndürmektedir.
Ünlü sicim kuramcılarından Brian Greene`de kitaplarında "Bilim insanlarının en büyüklerinden Niels Bohr benim kahramanlarımdan biridir" demiştir. Bohr`un büyüklüğünü bazı çalışmalarını inceleyerek daha iyi görebiliriz.

Uzayda belirli bir yerde ki bir dalganin büyüklüğü, elektronun uzayda o noktada bulunma olasılığıyla orantılıdır. Olasılık dalgasının küçük olduğu yerler elektronun bulunma olasılığının düşük olduğu yerlerdir. Olasılık dalgasının sıfır olduğu yerler ise elektronun bulunamayacağı yerlerdir öngörüsü ve elektronun belirli bir konumu yoktur, olasılık dalgası, elektronun uygun bir şekilde incelendiginde, burada veya şurada olma olasılığını şifreler, bir elektron konumu konusunda söylenebilecekler gerçekten bundan ibarettir öngörüsü, kuantum mekaniğinin temel taşlarını oluşturmuştur.
1885`doğmasından dolayı 2.Dünya savaşınıda yaşamış, bu süreçte ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Çok azimli, neşeli, mizah gücü yüksek bir insan için savaş ile beraber acılı yıllar başlamış, bu süreçte Amerika`ya yerleşmek zorunda kalmıştır.

Tıpkı Einstein gibi Bohr`da 2.Dünya savaşının kara lekesi olarak tarihte yerini alan atom bombasının yapımı ve gelişminde katkıda bulundu. Savaştan sonra ise doğdugu topraklara geri dönerek 1962 yılında Kopenhag`ta vefat etti.

Einstein`ın, atom bombası yapımı ve kullanımında ki pişmanlığını, "Keşke ayakkabı tamircisi olsaydım" sözleriyle dile getirdiğini hepimiz biliyoruz. Dünyanın en büyük Danimarkalısı Niels Bohr`un bu konuda bir demecine rastlamadım araştırmalarım sırasında, fakat hayatını okudukça, böyle bir pişmanlık içerisinde olduğunu hissettim. Bilime katkılarından dolayı kendisini saygı ile anıyoruz.

Kaynak : Saklı gerçeklik, evrenin dokusu, evrenin zerafeti (Brian Greene) wikipedia.org

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya

STEVE IRWIN, VAHŞİ DOĞANIN KORUYUCUSU,

Irwin 1962-2006, Avustralyalı belgesel filmci. Avustralya televizyonundaki Timsah Avcısı programıyla tanınır.

Irwin, Büyük Set Resifi'nde bir belgesel film çalışması sırasında vatozların üstünde yüzerken dikenli bir vatozun göğsünden sokması sonucunda öldü.

Irwin'ın hayvan koruma örgütü SIWF ve hayvanat bahçesi, türleri tehdit altında olan hayvanların üretilmesi için programlar yürüttü. Sevilmeyen hayvanların da yaşama hakkı olduğunu düşünüp dizisinde bunu herkese göstermek isteyen Irwin, nasıl bir olayın içinde olduğunu bildiğini ve bir hayvan tarafından ısırılırsa suçun kendisinde olacağını söylüyordu.

Şimdi çocuğu büyüdü ve babasının yarım bıraktığı misyon ile sevilmeyen hayvanların yaşam haklarını korumak için çalışıyor. Sayın Steve Irwin`e belgesellerini merakla seyretmiş biri olarak vefa borcumu bu paylaşım ile ödemek istedim. Işıklar içinde uyu iyi adam !

Inanc Kaya Kizilkaya

TESADÜFTEN NOBELE , PENİSİLİN

Bir hastanenin labaratuvarında sıradan bir gün yaşanırken çağın buluşlarından birinin tesadüfen keşfedilmesinin öyküsüdür bu.

Mikroskopta zararlı bir bakteri türü olan stafilokoklar inceleniyordu. Havadan tamamen tesadüf eseri lamın üzerine bir küf düştü. Bu “Penicilim notatum” isimli yeşil küftü. Bulunduğu bölümdeki bakterilerin öldüğünü fark edilmesi ile inceleme genişletildi ve bugün bildiğimiz penisilin ortaya çıktı.

Milyonlarca insanın yaşamını kurtaran penisilinin keşfinden dolayı Howard Florey ve Ernst Chain ve Alexander Fleming’ 1939 yılında Nobel Ödülü ile taçlandırıldılar…


http://de.wikipedia.org/wiki/Penicilline

Inanc Kaya Kizilkaya

ÖZEL GÖRELELIK



Einstein zamanı için inanılması güç pek çok öngörülerde bulunmuştur, bunlardan en önemlileri: Cisimler hızlandıkça zaman cisim için daha yavaş akmaya başlayacaktır, ışık hızına ulaşıldığında zaman durmalıdır. Cisimler hızlandıkça kinetik enerjilerinin bir kısmı kütleye dönüşür, durağan kütleye sahip cisimler hiçbir zaman ışık hızına erişemeyeceklerdir.

Cisimler hızlandıkça hareket doğrultusundaki boyları kısalmaya uğrayacaktır. Özel görelilik, mantığımıza ve sağ duyumuza aykırı bir evren tanımladığından bilimciler 100 yılı aşkın bir süredir bunun doğruluğunu gözleri ile görmek ve bir açık bulmak umudu ile deneyler yapıp durmaktadırlar.

Bu öngörülerin pek çoğu 1905'ten günümüze dek defalarca denenmiş ve doğru çıkmıştır: İçlerinde çok hassas atom saatleri taşıyan uçaklar değişik yönlere doğru değişik hızlarla hareket ettirilmiş ve saatlerin kuramın hesaplarına yeterince uygun olarak yavaşladığı/hızlandığı gözlenmiştir. Zamandaki yavaşlamanın sadece saatte meydana gelmediğini, gerçekte yaşandığının kanıtı ilk olarak nötrino ve mü-mezon deneylerinde ortaya çıkmıştır. Güneşten dünyamıza gelen nötrino ve müonların ışık hızına çok yaklaştıkları (%99.5) için ömürlerinin (yaşam sürelerinin) Dünya'da üretilen durağan olanlara göre çok daha uzun olduğu görülmektedir.

Parçacık hızlandırıcılarındaki hızlandırma deneylerinde bugüne kadar kütlesi olan hiçbir cisim, atom veya elektron, ışık hızına çıkarılamamıştır. Hız arttıkça kütlesi de arttığı için ivmelendirilmesi zorlaşmaktadır.

Düzenleyen : Inanc Kaya Kizilkaya

ISIK HIZINI VE EINSTEINÍ ANLAMAK, BILINCLI YASAMAKTIR !

Çünkü, uzayın akıl almaz büyüklüğü düşünüldüğünde gezegenlerin, süpernovaların ya da yıldızların arasındaki mesafelerin kilometre ile ifade edilmesi komik olacaktır. Bunun yerin mesafeleri “ışık yılı” olarak ifade edilen sabit ile tanımlanır ki, bu da ışığın bir yıl içinde aldığı yol manasına gelmektedir.
Dünyamizin icinde bulundugu en yakin gezegenlerin mesafelerini bile hesaplarken eğer kilometre ölçüsünü kullansaydık, sayımızın yannnda en az 12 adet sıfır koymamız gerekirdi. Işık hızı saniyede yaklaşık 300.000 km dir. Bu miktarın büyüklüğünü anlamak için karşılaştırma yapmamız gerekirse; bu hızla hareket eden bir tren düşününüz, bu tren bir saniye içinde tam 7 kere Dünya´nın çevresini dolaşabılır.

Işık hızı sabittir, bir ışık demetini ne kadar kovalarsaniz kovalayın, yine de sizden ışık hızında uzaklaşacaktır. Hiçbir şey ışık hızından daha hızlı gidemez. Çünkü bir şeyin hızı ne kadar artarsa E=mc² formülünde görüldüğü gibi kütleside o kadar artar ve o kütleyi itmek için sonsuz enerji gerekir ki bu da imkansızdır. Einstein ın dediği gibi, eğer ışık hızına yakın bir hızda hareket eden bir roketin içinde iseniz, zaman sizin için daha yavaş geçecektir. Einstein gelmiş geçmiş en büyük biliminsanlardan biri olarak adını dünya tarihine hiç silinmeyecek şekilde yazdırdı. Kendisinden önce gelen biliminsanlarından çok farklı olduğunu kütle ile enerji arasında bağ kurarak gösterdi.

O bütün bilinenleri yıkarak çağdaş bilimin temel taşlarını atti. Ona göre her şey enerjidir, yani maddeler de çok yoğun enerjilerdir. Kimyasal reaksiyonlar sonrası küçük de olsa kütlenin bir kısmı enerjiye dönüşür. Onun öngörüleri teknoloji ilerledikçe deneysel olarakta kesin olarak ispatlandı. Işık hızında hareket eden bir trene bindiğinizi ve bir hafta bu şekilde Dünya turu yaptığınızi hayal ediniz. Bir hafta sonra indiğiniz istasyonda, Dünyanin tam 200 yıl sonraki halini görürsünüz. Eğer birgün ışık hızına ulaşabilirsek geleceğede gidebiliriz.

Işte geleceğimize hakim olabilmek, Bilimin nereye gittiğini anlayabilmek için bu temel bilgilere her zaman ihtiyacımız olacaktır. Karşılaştığımız önemli problemler, onları yaratanların düşünce tarzı ile çözülemez. (Albert Einstein)

Yazan : Inanc Kaya Kizilkaya

SCHRÖDINGER NIN KEDISI :

Hemserim olan Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger tarafından ortaya atılmış, kuantum fiziğiyle ilgili olan, hakkında çok tartışma yapılmış düşünce deneyidir.
kuantum mekaniği ve Kopenhag Yorumu'yla ilgili bir paradoks olarak bilinir.

Deneyde kapalı bir kutunun içinde bir düzenek ve başlangıçta canlı olan bir kedi vardır. (Kutunun içinin hiçbir şekilde gözlemlenememesi çok önemli bir noktadır. Bunun sebebi Kopenhag Yorumu'dur.) Düzeneğin içeriği şöyledir: Bozunma olasılığı %50 olan bir parçacık, bu parçacığın bozunmasıyla ortama yayılacak olan zehirli gazdır.
Buradaki önemli nokta ise, bozunma olasılığının tam olarak %50 olmasıdır. Bu şekilde parçacığın bozunup bozunmayacağı önceden kestirilemez. Sonuç olarak kedi, kutu açıldığında ya zehirlenip ölmüş bir şekilde görülecektir, ya da parçacık bozunmadıysa diri olarak görülecektir.


Ancak deneyin paradoks olarak tanımlanmasının nedeni sonuç değil, gözlemlenmeyen deney aşamasıdır. Önemli kısım, gözlem yapılmadan önce kutunun içinde neler olduğudur. Kutu açılmadan, gözlem yapılmadan önce kedi ne durumdaydı? Ölü müydü, diri miydi? Kuantum fiziğine göre hem ölü, hem diri dir.


Inanc Kaya Kizilkaya

29 Mayıs 2016 Pazar

Teorik fizik ve astrofizikci Stephen Hawking`in ünlü sözleri.

Hayatım boyunca büyük sorularla yüzleşmekten büyük zevk aldım ve onlara bilimsel yanıtlar vermeye çabaladım. Belki de bu yüzden madonna'nın seks üzerine yazdığı kitaplardan daha çok kitap sattım fizik üzerine.

Biz sıradan ortalama bir yıldızı olan ufak bir gezegendeki gelişmiş maymun türleriyiz. Ancak evreni anlayabiliyoruz. İşte bu bizi çok özel kılıyor.

Belli ki tanrı yalnızca zar atmakla kalmıyor, ayrıca gözleri kapalı oynuyor ve ara sıra da zarları görülemeyecek yerlere atıyor.

Milyonlarca yıl insan türü hayvanlar gibi yaşadı. Ancak sonra bir şey oldu tüm hayal gücümüzü ortaya çıkaran. Konuşmayı ve dinlemeyi öğrendik. Konuşma fikirlerin iletişimini sağladı, insanlığın birlikte çalışıp imkansız şeyler başarmasını da. İnsan türünün en büyük kazanımları konuşma ile geldi, ve en büyük hataları konuşmamaktan. Böyle olmamalı. En büyük umutlarımız gelecekle birlikte gerçek oluyor. Teknoloji kullanımı ile, imkanlar sınırsız. Sadece konuşuyor olduğumuzdan emin olmamız gerek.

Inanc Kaya Kizilkaya

Pauli Dışlama İlkesi

Hidrojen gibi tek elektronlu atomlardan çok elektronlu atomlara, sonra da atomları birleştirerek elde edilen moleküllere geçerken çok önemli bir başka kuantum mekaniksel kural daha işin içine giriyor, bu da kuantum istatistiği ve Pauli’nin ünlü dışlama ilkesi. Buna göre evrendeki tüm temel parçacıklar iki sınıfa ayrılıyorlar: Bozonlar ve fermiyonlar. Bozonların spinleri, yani özaçısal momentumları, h/2?’nin 0, 1, 2,... gibi tamsayı katları değerler taşıyor ve herhangi bir kuantum mekaniksel duruma istenildiği kadar çok aynı cinsten bozon konabiliyor. 

Elektronun üyesi olduğu fermiyonlar sınıfıysa, spini h/2? 'nin 1/2, 3/2, 5/2,... gibi yarım tek tamsayı katları olan parçacıklardan oluşuyor ve bunlardan biri bir kuantum durumuna yerleşmişse, bir başkası o durumu paylaşamıyor ve kendine başka “yer” aramak zorunda kalıyor. Burada bir kuantum durumunun enerji, yörüngesel açısal momentum ve bunun bir yöndeki bileşeni, spinin aynı yöndeki bileşeni gibi değerlerle belirlendiğini söyleyelim. 

Bu arada açısal momentumun da ancak kesikli belli değerler alabildiğini belirtelim. Örneğin, atomlarda en düşük enerjili temel duruma en çok iki elektron konabiliyor, çünkü bu durumda yörüngesel açısal momentum sıfır, ve sadece +h/4? ya da -h/24? spin değerli iki durum var. Elektron tam sayı spinli bir bozon olsaydı, bu temel enerji düzeyine sınırsız sayıda elektron koyabilecektik.

Inanc Kaya Kizilkaya

ALBERT EINSTEIN'IN UNUTULMAYAN SÖZLERİ

Aşk, görevden daha iyi bir öğretmendir.

İlk önce oyunun kurallarını öğrenmelisiniz, sonra da herkesten iyi oynamayı.

Bu dünyadan aldığının karşılığını yerine koymak her insanın zorunluluğudur.

Kadınlar erkeklerle değişeceklerini ümit ederek evlenirler.Erkekler ise kadınlarla değişmeyeceklerini.Böylece her biri kaçınılmaz hüsrana uğrar.

Dünden öğrenin, bugün için yaşayın, yarın için ümit edin.

Yaratıcılık, kaynaklarınızı iyi saklayabilmektir

Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer, ama kötü insanlar yüzünden değil, bununla ilgili hiçbir şey yapmayan insanlar yüzünden.

Hayat bisiklet sürmek gibidir.Dengenizi korumak için, devam etmelisiniz.

Aptallık ve dahilik arasındaki fark; dahiliğin sınırları olmasıdır.

Hata yapın: "Hayatında hiç hata yapmamış biri hiç yeni bir şey denememiş demektir."

Anı yaşayın: "Ben geleceği düşünmem - yeterince çabuk geliveriyor zaten."

Bilgi deneyimden gelir: "Bilgi bilgelik değildir.Bilgeliğin tek kaynağı deneyimdir.


ISTE EINSTEIN BÖYLE BIR ADAM

Inanc Kaya Kizilkaya

KARANLIK MADDE VE KARANLIK ENERJI

Karanlık maddenin önemli bir özelliği itici oluşudur. Yani, anti-gravitasyon diyebileceğimiz itici bir kuvvet içermektedir. Bu itici kuvvete “Karanlık Enerji” de denebilir. Bir bakıma karanlık maddeden türeyen karanlık enerjiye evrenin iskeleti olarak bakabiliriz. 

Çünkü karanlık enerji sayesinde evren genişlemekte ve karanlık maddeden türeyen karanlık enerji sayesinde galaksiler bir araya toplanıp büyük bir kütle oluşturmaları engellenmektedir. Gökte gördüğümüz yıldızlar ki her biri milyonlarca yıldız içeren gök adalarıdır, serpiştirilmiş olarak görülüyorlarsa karanlık madde ve karanlık enerji sayesindedir.

Inanc Kaya Kizilkaya

DEVELERIN HÖRGÜÇLERI İÇİNDE NE VAR?

DEVELERIN HÖRGÜÇLERI İÇİNDE NE VAR? 

Genel görüş su olduğu yönünde de olsa, aslında develerin hörgüçlerinde yağ vardır, her biri 35 kiloya kadar yağ içerir. Yiyecek takviyesini buradan sağlarlar. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyük olduğundan, soluk alışlarında havada ki nemin üçte ikisini kazanabilirler. Bunun için su gereksinmeleri az olur. Acil durumlarda suyu dokularından temin ettikleri için kandaki su oranını korumuş olurlar.

Inanc Kaya Kizilkaya

HAYVANLAR ALEMINDE NELER OLUYOR ?

Dünyada, insan başına düşen karınca sayısı, bir milyondur.
Yarım kilo bal yapmak için arılar, iki milyondan fazla çiçekten, bitki özü toplamak zorundalar.
Kelebeklerin tad alma duyusu ayaklarındadır.
Timsahlar, siyah beyaz görürler.
Yunuslar, gözleri açık uyurlar.
Köpeklerin, ter bezleri ayaklarındadır.
Yılanlar duyamazlar.


Inanc Kaya Kizilkaya

INANMAK ISTEMIYORUM, BILMEK ISTIYORUM !

  • insanlığa, "cosmos'un keşfi, kendi kendimizi keşif yolculuğudur" mesajı veren, "cosmos" isimli kitabında evrenin ve yaşamın sırlarını sorgulayarak "evrende hayat var mı?" sorusunu irdeleyen dünyaca ünlü bilim adamı Carl Sagan a ait bir söz.

    1972 yılında uzaya gönderilen Pioneer 10 aracına bir plaka eklenmişti. Bu plakada, dünya dışı zeki yaratıklara rastlama ihtimali için bir mesaj yer alıyordu. Resim ve bilimsel sembolleri kapsayan bu mesajı taşıyan plakayı öneren ve düzenleyen C.Sagan’dı
    Carl Sagan, Dünya dışında akıllı yaşamın araştırılmasından yanaydı. Bilim dünyasını, Dünya dışı akıllı yaşam formlarından gelen sinyalleri dinlemek için büyük radyo-teleskopları kullanmaya sevk etmiştir. Diğer gezegenlere sondalar gönderilmesi gerektiğini savunmuştur
    Ve Carl Sagan, bilimi toplumun her kesiminin anlayıp sevebilmesi için uğraşlar vermiş, belgesel ve görseller hazırlamış bir bilimadamıdır. 62 yaşında bundan 17 yıl önce kemik iliği kanserinden vefat etmiştir.

  • Benim en çok hoşuma giden yönü ise, eşini de bilimin içine katması ve ona hep aşkla bakması
    en ünlü ve düşündürücü sözleri ise :
    Nereye gittiğimi bilmiyorum fakat 'kendi' yoluma gittiğimi biliyorum.
    Öyle garip kavramlarla yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi ya da toplumla karşılaşınca, onların bize yabancılığı nedeniyle güvensizlik duyuyoruz ya da nefret ediyoruz. Oysa her bir uygarlığın anıtları ve kültürü, insan olmanın değişik biçimde anlatımından başka bir şey değildir.
    İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum.

  • Bugünü anlamak için geçmişi bilmeniz gerekir.
    Muhteşem bir şey, bir yerlerde keşfedilmeyi bekliyor.
    Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıt gerektirir.
Inanc Kaya Kizilkaya

Evrenin Kökeni ve Kaderi, Kuantum Mekaniğinin Elindedir !

Büyük Patlamada evrenin sıfır boyutta, dolayısıyla sonsuz derecede sıcak olduğu düşünülmektedir. Ancak evren genişlediğinde ısınımın sıcaklığı düşer. Büyük Patlamadan bir saniye sonra sıcaklığın yaklaşık on milyar dereceye düşmüş olması gerekir. Bu güneşin merkezindeki sıcaklığın yaklaşık bin katıdır, ama hidrojen bombası patamalarında bu yükseklikteki sıcaklıklara ulaşılmaktadır.
Bu anda evrenin sadece fotonlar, elektronlar, nötrinolar ( sadece zayıf kuvvet ve kütleçekimle etkileşime giren son derece hafif parçacıklardır) ve onların karşı parçacıklarına, ek olarak da bir miktar proton ve nötrona sahip olduğu düşünülüyor.
Evren genişlemeye ve sıcaklık düşmeye devam ettikçe, çarpışmalarda üretilen elektron/karşı elektron çiftleri oranı, imha olma yoluyla yok olanların oranının altına düşecektir. Böylece elektron ve karşı-elektronların çoğu birbirlerini yok edecektir. Ancak nötrino ve karşı-nötrinolar birbirlerini yok edemediler çünkü bunlar kendileriyle ve başka parçacıklarla çok zayıf biçimde etkileşime girerler.
Büyük Patlamadan yaklaşık yüz saniye sonra sıcaklık bir milyar dereceye, diğer bir ifadeyle en sıcak yıldızların içindeki sıcaklığa düştügü tahmin ediliyor. Bu sıcaklıkta protonlar ve nötronlar artık nükleer kuvvetten kaçmaya yetecek enerjiye sahip olamadıklarından, birleşerek döteryum(ağır hidrojen) atomlarının çekirdeklerini üretmeye başladılar. Ardından döteryum çekirdekleri daha fazla proton ve nötronla birleşerek helyum çekirdeklerini ve az miktarda da olsa lityum ve berilyumu üretmeye devam ettiler.
Bu tahminler, bugün ki teknoloji ile yapılan gözlemlemelerle çok iyi örtüşmektedir. Büyük Patlamadan sadece birkaç saat sonra helyum ve diğer elementlerin üretimi sonlanmış oldu. Ardından, sonraki yaklaşık yüz milyar yıl boyunca evren fazla bir şey olmadan genişlemeye devam etti. Sonunda sıcaklık birkaç bin dereceye düştüğünde ve artık elektronlar ve çekirdekler kendi aralarındaki elektromanyetik çekimi alt etmeye yetecek enerjiye sahip olmadıklarında atomları şekillendirecek tarzda birleşmeye başladılar.
Atomlar da, evrende gördüğünüz herşeyin yapıtaşıdır. Kuantum mekaniği bizim geçmişimiz ve geleceğimizdir.
Inanc Kaya Kizilkaya

Hayvan deneylerine son verecek gelişme!

Bilim insanları, laboratuvarda deri tabakası geliştirdi. Elde edilen derinin, kozmetik ürünleri ve ilaçların test edilmesinde hayvanlar yerine kullanılması amaçlanıyor.

 
02:01
Hayvanba

İngiliz bilim insanları, laboratuvar ortamında ilk kez geçirgen yapıya sahip deri tabakası geliştirmeyi başardı.
İngiltere'nin başkenti Londra'daki King's College araştırmacıları, insan kök hücreleri kullanarak deri tabakası elde etti.
Daha önce de kök hücre kullanılarak deri elde edilmiş ancak geçirgenlik sağlanamamıştı. İnsan derisinin epidermis olarak adlandırılan dış tabakası, nemin dışarı çıkmasını ve mikropların içeri girmesini engelleyen koruyucu bir bariyer gibi işlev görüyor.

Araştırmacılar, epidermiste bulunan hücreleri geliştirmek için laboratuvar ortamında yeniden programlanmış deri hücrelerini kullandı. Gerçek deridekine benzeyen bir bariyer oluşturmak için ise deri hücreleri, düşük nem oranında bırakıldı.
Araştırmayı yöneten Dusko İliç, elde edilen geçirgen derinin, kozmetik ürünleri ve ilaçların test edilmesinde kullanılabileceğini, böylece hayvanların bu tür deneylerde acı çekmesine son verilebileceğini kaydetti.
İliç, kök hücreden elde edilen deri tabakasının cilt hastalıkları için yeni tedavi yöntemlerinin bulunmasında da önemli ilerleme sağlayacağına dikkati çekti.

Inanc Kaya Kizilkaya

Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu

  Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu 450 dereceden fazla sıcaklığı bulunan, güneş sisteminin yaşama en düşman gezegeni Venüs`te, nasıl olurda...