22 Mayıs 2022 Pazar

Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu

 Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu


450 dereceden fazla sıcaklığı bulunan, güneş sisteminin yaşama en düşman gezegeni Venüs`te, nasıl olurda yaşam izleri bulunur? 


Teorik olarak, 1 milyar yıl önce okyanuslara hatta yaşama sahip olacak ortamı olmuş olabilir fakat şu an bunun mümkün olmaması gerekiyordu.


2018`de Wisconsin-Madison Üniversitesi`nden bilim insanları Venüs`ün bulutlarında hâlâ yaşam olabileceği teorisini ortaya atmışlardı. Fakat bu, o zaman NASA tarafından doğrulanmadı. 


Şimdi ise Cambridge ve Cardiff Üniversitelerinden bilim insanları, Venüs`te yaşam olduğuna dair çok daha fazla kanıt bulduklarını açıkladılar. Bu araştırmacılardan Jane Greaves`e göre, Venüs`ün bulutlarında tespit edilen zehirli gaz  olan monofosfine (PH3) bakmamız gerekiyor. Bu gaz Dünyada, fosfin olarak da bilinen ve kimya endüstrisinde her türlü haşerelerin, tahıl ambarlarındaki kemirgen ve böceklerin kontrolü için kullanılıyor. 


Haşereleri yani yaşamı öldüren bu gaz Venüs bulutlarinda bulunuyor ise aslında yaşam varsa da öldürmesi gerekmez mi, diye düşünüyor olabilirsiniz. 


İşte buradaki ince ayrıntı, bu zehirli gazın, anaerobik bakteriler tarafından doğal olarak üretiliyor olması. Bunun için dünya atmosferinde de ufak bir miktarda da olsa monofosfin gazı bulunmaktadır. 


Dolayısıyla, fosfin, mikrobiyal yaşamın varlığıyla çok yakından alakalıdır.


Bilim insanları , 2017 yılında James Clerk Maxwell radyo teleskobunun ve 2019 yılında ALMA teleskobunun kaydettikleri spektral verileri inceleyerek, fosfin gazının Venüs`ün bulutlarında kesin olarak bulunduğunu, açıkladı.


Kısacası, Venüs'te tespit edilen monofosfinin (PH3) varlığı, komşu gezegenimizin hayata ev sahipliği yapabileceğine dair, işaret olarak sayılıyor.


Greaves`e göre, çok küçük bir miktarda da olsa Venüs gibi oksitlenmis bir atmosfere sahip bir gezegende, fosfinin varlığı hiç beklenmedik bir durum. Normalde bu gazın orada olmaması gerekiyor. 


Nature Astronomy dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, Venüs`te aktif halde bulunan bir monofosfin kaynağı olmalı. Çünkü, bu gaz zamanla kimyasal olarak ayrışıyor ve en fazla 1000 yıl gaz olarak saklanabiliyor. Bu nedenle Venüs'ün atmosferinde, yeryüzeyinde ya da yeraltında bir kaynağı olmalı. 


Mars, son yıllarda güneş sistemimizde en çok ilgi görmüş ve çeşitli sondalar, uydular aracılığıyla çok iyi araştırılmış tek gezegen. Mars gezegenini, dünyamızda bulunan okyanusların altından daha iyi tanıyoruz.  


Bu gelişme, nihayet NASA`nın da dikkatini çekti. NASA araştırmacıları,”Eğer , bilinen hiçbir süreç Venüs`ün atmosferindeki fosfini açıklayamıyor ise daha önce Venüs için öngörülen süreç hikayesini tekrar gözden geçirmeliyiz” dedi. Venüs´ün atmosferinde mikrobiyal yaşam bulmada şanslarının yüksek olduğunu düşünüyorlar. Bu görevde tek sıkıntı, yüksek basınç ve muazzam bir sıcaklığın olması. 


Uzmanlar, yine de Venüs`ün üst ve daha soğuk atmosferinde mikrobiyal yaşam bulacaklarını umut ediyorlar.


NASA, şu anda görevin nasıl olması gerektiği ve yüksek atmosferi incelemek için hangi ekipmanlarin gerekli olduğuna dair bir plan üzerinde çalışmaya başladı. Şimdiye kadar bildiğimiz Venüs teorisinde, iki milyar yıl önceye kadar sığ da olsa bir okyanusa sahip olduğu ve bunun ortadan kaybolduğuydu. Gezegende sera etkisi başlayıp, sıcaklık yükselmeye devam ettiğinden suyun bir kısmının bugüne kadar, atmosferin üst katmanlarında kaldığıydı. Bu araştırma ile Venüs için öngörülen bütün teoriler gözden geçirilecek. 


Bilim insanlarının ve meraklıların ilgisi şimdiden, NASA araştırmacılarının Venüs`te mikrobiyal yaşam izi arayışına çevrilmiş durumda.



Çeviri : İnanç Kaya

Kaynak : https://www.forschung-und-wissen.de/nachrichten/astronomie/spuren-von-leben-auf-der-venus-gefunden-13374142?fbclid=IwAR2vF4uIhLZxu2f-U-KPWURtBdos_dqg2CBmIn-9qB8kq-IbjLJKp0iixlc


https://www.forschung-und-wissen.de/nachrichten/astronomie/nasa-sucht-nach-leben-in-der-venus-atmosphaere-13372587

7 Mayıs 2022 Cumartesi

Ay, Dünya sayesinde ayda 5 gün duş alıyor

 Ay, Dünya sayesinde ayda 5 gün duş alıyor 


Ay`daki su Dünya'dan geliyor


Gri rengindeki Ay iliklerine kadar kurumuş görünüyor olsa da, uzun zamandır kraterlerinde donmuş halde su barındırıyor olduğunu biliyoruz. Çünkü, Apollo misyonlarından alınan kaya örneklerinde küçük su izleri keşfedilmişti. Ancak o zamanlar Ay`da ne kadar su olduğuna dair elde, hiçbir veri yoktu. 


Bu soruya cevap bulabilmek için, Ekim 2009'da NASA bir uyduyu kasten ay yüzeyine çarptırdı. Bu çarpmanın etkisi ile Ay yüzeyinden yaklaşık 5 ton ay tozu ve kaya yerinden oynadı. Tam o esnada kızılötesi kameralar ve spektrometreler, fırlatılan toz ve kaya bulutlarını inceleyerek krater tabanının kimyasal bileşimini analiz etti. 


Bu muhteşem deneyin sonucu inanılmazdı. Fırlayan Ay tozunun yaklaşık yüzde 6 sının donmuş sudan oluştuğunu gördüler. Sadece Ay´ın güney kutbundaki kraterlerde bulunan su miktarı donmuş halde de olsa 50 trilyon litre ve bu miktar Almanya'daki Konstanz gölündeki su miktarı ile aynı demektir.


Peki bu kadar su, Ay`a nereden geliyor?

Dünya`ya su, kuyruklu yıldızlar ve asteroitler sayesinde gelmiş ve birikmişti. İlk önce aynı şekilde Ay`da da su birikimi olacağı düşünüldü ise de Ay'ın, Dünya'dan farklı şartlara sahip olması yüzünden bu kadar suyu biriktirmesinin imkansız olduğu sonucuna varıldı. Çünkü, Ay`ın bir atmosferi yok, asteroitler ve kuyruklu yıldızların çarpması sonucu gelen su anında buhar olup uçuyor. Bu şekilde bu kadar su birikemez. 

Bu demek oluyor ki,  Ay´a su başka bir yerden de geliyor. 

Ay`ın güney kutbu, tüm güneş sistemindeki en soğuk bölgelerden biri. Bu bölgeye hiç güneş ışığı gelmediği için, mutlak sıfır olan eksi 240 santigrat dereceye sahip.  Bu yüzden, yıllarca su buzu kraterlerin dibinde kalabiliyor. 


Ay'ın bu kadar çok suyu barındırıyor olmasının sebebi, çok fazla ışıksız kraterler ve yarıklara sahip olan olması. Colorado Üniversitesi, Ekim 2020`de bir çalışma yayınladı. Buna göre, güneş ışığının asla girmediği krater sayısı toplamda 40.000  ve bu kraterlerin toplam yüzölçümü yaklaşık İsviçre'nin yüzölçümü kadar. 

Örneğin, Ay'ın güney kutbundaki Shackleton Krateri 4,2 kilometre derinliğinde ve 21 kilometre çapında, içinde bolca su buzu bulunmakta.  

Aynı şekilde Ay`ın kuzey kutbunda da tonlarca su buzu keşfedildi. 40'tan fazla krater, 600 milyon ton su buzu içeriyor.

Prag'daki Charles Üniversitesi'nden Gunther Kletetschka ve meslektaşları, Dünya'nın manyetik kuyruğunun, suyu oluşturan hidrojen ve oksijen iyonlarını Ay'a taşıdığını buldular. Özellikle dolunay zamanında Ay, Dünya`nın manyetik kuyruğundan geçer. O esnada Dünya atmosferinde bulunan su iyonları, Ay´ın üzerine yağar. Yağış toplamda 5 gün sürer. 


Ay`da bu şekilde, yaklaşık 3.500 kilometreküp su buzu oluştuğu düşünülüyor. Bu da, Ay`daki  suyun büyük bir kısmının Dünyadan geldiğini gösteriyor. Çünkü, Ay yaklaşık 3,5 milyar yıldır düzenli olarak bu şekilde iyon duşu almaktadır. 


Araştırmacılar, "Dünya'nın manyeto kuyruğundan Ay geçişi sırasında karasal iyonların yani Dünya kaynaklı iyonların, akış yoğunluğunun, santimetrekare başına saniyede 21.000 ila 26.000 iyon olduğunu tahmin ediyor. 


Dünya`nın üst atmosferinde bulunan iyonlar, güneş rüzgarlarının etkisiyle manyeto kuyruga süpürülür. İşte tam o esnada Ay, Dünya'nın iyon yüklü kuyruğunda hareket ettiğinde bir türbülans oluşur. Türbülans sonucunda, bazı manyetik alan çizgileri kısa devre yapar. Bu yüzden de bazı hidrojen ve oksijen iyonları Ay'a doğru fırlar. 


Tam o anda, Ay yüzeyi için iyon duşu başlamış demektir. Daha sonra, Ay yüzeyinde bu iyonların bazıları birleşerek, su moleküllerini oluşturur.



Oluşan su moleküllerinin büyük bir kısmı güneş rüzgarları tarafından anında yok edilir veya uzaya fırlatılır. Ancak, kutuplarda su donar ve bir tür permafrost oluşturur. (Permafrost : Devamlı donmuş halde bulunan toprağa verilen isimdir.) 



Ay'da suyun bol olması, gelecekteki insanlı ay misyonları ve ay istasyonları için çok önemli. NASA, ay görevlerinin bir parçası olarak Ay'ın güney kutbuna bir ana kamp kurmayı planlıyor. 


Uzun zaman önce Dünya'dan gelen ve Ay'ın kraterlerinde bolca bulunan su iyonları, gerektiğinde astronotların yaşam destek sistemleri için rahatlıkla kullanılacaktır.





Çeviri : İnanç Kaya

Kaynak : https://www.scinexx.de/news/kosmos/mond-bekommt-wasser-von-der-erde/


https://www.br.de/mond/mond-wasser-h2o-geologie-104.html

30 Nisan 2022 Cumartesi

Uzay Yolculuğunda Anemi Sorunu

 Uzay Yolculuğunda En Büyük Sorun, 

Kan Hücrelerindeki Büyük Kayıplar


Uzay İstasyonlarında yerçekimsiz ortamda uçan astronotlara özeniyor ve eğlenceli olduğunu düşünüyoruz. Oysa ki, yerçekimsiz ortamda uçan o vücutların iç kısmında, her saniye nasıl hasarlar oluştuğunun farkında bile değiliz. Maalesef bu hasarların sebebini anlamadan ve çözümünü bulmadan Mars yolculuğu gibi uzun uçuşlar, hayal olarak kalmaya devam edecek. 


Bu sorunun farkında olan Ottawa Üniversitesi`nden Guy Trudel ve ekibi yıllardır, uzayda kemik iliği sağlığı ve kan üretimi, araştırmasına odaklandilar. 


Dünyada ilik nakli üzerine çalışan Marrow projesinin bir parçası olan bu araştırmada Uzay anemisinin sebebinin neden şimdiye kadar sır kaldığı araştırılıyor. Acaba spesifik olarak, daha önce kan hücrelerinin düşük üretimi mi yoksa artan parçalanma mı uzay anemisine neden oluyor, etkileri ne zaman ortaya çıkiyor ve ne kadar sürdüyor? Bu sorulara cevap bulma, araştırmanın temel konusu. 


Bu nedenle araştırmacılar, Uluslararası Uzay İstasyonu ISS'de, ortalama 167 gün geçiren on bir erkek ve üç kadın astronotun verilerini inceledi. Uzay yolculuğu yapan astronotların kanının değiştiği, uzay anemisine yakaladıkları zaten biliniyor fakat dünyaya döndüklerinde de tekrar tekrar kanda oksijen taşıyan hücrelerin (eritrositler) seviyesinde neden azalma olduğunu bilinmiyor.


Araştırmaya göre, astronotlarda iyi bilinen “Anemi” fenomeninin arkasında ne olduğunu artık biliyoruz. Şöyle ki ; Yerçekimsiz ortamda artık beden yer tarafından çekilmeyip, havada yüzüyor iken , aynı zamanda insan bedeninin içinde bulunun bütün her şeyde yüzüyor. 


Birçok araştırma, bu içerideki her şeyinde yüzüyor olmasının insan sağlığı üzerinde çok kritik riskleri barındırdığını gösteriyor.  


Ağırlıksız ortamda bulunulduğunda, kırmızı kan hücrelerinin kaybı normal seviyenin çok üzerinde ve maalesef tekrar yerçekimli ortama geçilse bile sadece belirli bir dereceye kadar telafisi mümkün olabiliyor. Ağırlıksız ortamda olmanın sebep olduğu yan etki ve kan hücre kaybının düzelmesi, kısmen de olsa, en az bir yıl sürüyor.  


Bu nedenle, bu araştırma uzay yolculuğu için çok önemli ve ayrıca uzay anemisi üzerine yapılan araştırmalar, aneminin Dünya versiyonlarına da ışık tutabilecek.


Dünyadaki yaşama adapteli insan vücudunda, kan hücrelerinin dönüşümü sürekli olarak devam eder. Vücutta bulunan toplam 30 trilyon eritrositinin, her saniyede yaklaşık iki milyonu yok olur ve karşılık gelen miktar kemik iliğinde tekrar tekrar üretilir. Araştırmacılar, çalışmalarında, kırmızı kan hücrelerinin artan yıkımının, uzay anemisinin temelini oluşturduğu şüphesini özel olarak araştırdı. Bu nedenle uzaydaki astronotlarda kaç tane kırmızı kan hücresinin parçalandığını, bunun Dünya ortamından farklı olup olmadığını araştırdı. 


Araştırmacılar nihayet, astronotların ağırlıksız ortama maruz kaldığı andan itibaren, kırmızı kan hücrelerinin belirgin ölçüde artarak çözüldüğünü belgeleyebildi. Somut olarak, normalden yaklaşık yüzde 54 daha fazla eritrositin yok edildiği, yani saniyede iki milyon yerine yaklaşık üç milyon eritrositin kaybı olduğu görüldü. 


İşte bu yüzden, uzun uzay uçuşlarında, astronotlar şiddetli anemiden muzdarip olup,uzayda yerçekimli bir ortama iniş yaptıklarında ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabilirler. Trudel, "Vücut ağırlıksız olduğunda, etkinin neden olduğu azalan kırmızı kan hücresi sayısı uzayda çokta önemli bir sorun değil. Aneminin etkileri, yerçekimli ortama girene kadar hissedilmez bile. Dünya'ya, Mars`a, diğer gezegenlere veya aylara inerken, bu tür anemi hissedilir. Bu da enerjiyi, dayanıklılığı, gücü bozabilir ve  görevi tehlikeye atabilir" dedi. 


Astronotların Dünya'ya dönmesinden bir yıl sonra bile, kırmızı kan hücresi yıkımının uçuş öncesi seviyelerine göre hâlâ yüzde 30 fazla olduğu görüldü. Neden vücut bir yıl süre sonunda bile kendini tam onaramıyor, neden artan eritrosit çürümesi var? Sebebi hâlâ belirsizliğini koruyor.


Yine de, araştırmacılar, yeni bulguların Dünya'daki belirli anemi türlerinin nedenlerine de ışık tutabileceği söylüyor Uzun süre yataktan kalkamayan hastalarda, anemi sıklığı ve bunun da hastanın iyileşme ve hareketlilik kazanma yeteneğini olumsuz yönde etkilediği biliniyor. Buna neyin sebep olduğu hâlâ belirsiz. Trudel, bu anemi formunun ve uzay versiyonunun altında , çok benzer mekanizmaların olabileceğinden şüpheleniyor. Araştırma ekibi şimdi bu ipucunu takip eden araştırmalara yoğunlaştı. Trudel, "Bu anemilere tam olarak neyin sebep olduğunu bulabilirsek, hem astronotlardaki hem de Dünya'daki hastalarda anemiyi tedavi etme veya önleme şansımız olabilir" dedi.

 

Çeviri ; İnanç Kaya

Kaynak : https://www.wissenschaft.de/gesundheit-medizin/spaciger-verlust-von-blutkoerperchen/?fbclid=IwAR22GAfaCNz5tOkGMR9mScaoD4LDo2oDV40H6t1Tt3ttyre_ib0tv5LHb1U

24 Nisan 2022 Pazar

Lider İçin Eğitim

 Milyonların Hayatını Olumsuz Etkileyen Bir Eğitim Şekli ; 


Lider İçin Eğitim


Bahsettiğimiz eğitim şekli tamamen gerçektir ve hâlâ günümüzde toplum için büyük bir sorun teşkil etmektedir. 


Bu yanlış eğitim şekli, Nazi rejiminin isteğiydi. Kendi ideolojilerine takipçi ve asker yetiştirmek için Alman annelerden küçük çocukların ihtiyaçlarını kasıtlı olarak görmezden gelmeleri istendi ve bu yanlış koskoca bir nesile uygulandı.  


Psikolojide bağlanma konusunda çalışan araştırmacılar, bu yetiştirmenin sonuçlarının bugün bile hâlâ toplumda olumsuz bir etkisi olduğunu dile getiriyor.


Renate isimli kadının günümüzde yaşadıkları size olayın ciddiyetini çok daha iyi gösterecektir. Renate, çocuklarını sevmek istiyor ama bir türlü bunu yapamıyor. Depresyonlu bir halde psikoterapist Katharina Weiß'e başvuruyor. Uzman psikoterapist, kısa bir süre sonra hastasının sorununa şu teshisi koyuyor: Bayan Renate, İnsanların kendisine yaklaşmasına izin veremiyor. Dolayısıyla bu sınırı koyduğu içinde gerçek anlamda çocukları da kendisine yaklaşamıyor ve bu hayal kırıklığını beraberinde getirip, depresyonu tetikliyor. 

 

Bayan Renate`nin geçmişine dair kapsamlı bir araştırmada, Nasyonal Sosyalist dönemde rehber kitaplarda Führer (Lider) için nasıl çocuk yetiştirileceğini açıklayan doktor Johanna Haarer`in öğretileri ve yol göstermesindeki yanlışlıklar ile yetiştiği ortaya çıkıyor . Bayan Renate sadece 60'li yaşlarda , yani savaştan sonra doğmuş, peki nasil oluyor da savaştan sonra bile doğan çocuklar üzerinde bu kitap bu kadar etkili oluyor? 


Sebebi şu ; Hitler için çocuk yetiştirme rehber kitabı yazan Haarer'in kitapları, Hitler`in iktidarda oldugu sürece her zaman en çok satanlar listesindeydi. Dolayısıyla savaş sonrası Almanya'sında bile, eserlerinin kopyaları hemen hemen her evde bulunuyordu. Terapist tarafından sorulduğunda, Bayan Roberta, küçükken o kitabı kendi ailesinin kütüphanesinde gördüğünü söyledi. Evlerin hemen hemen hepsinde bulunan Haarer'in eğitim felsefesi kitabı yüzünden bu yanlış egitim nesilden nesile  aktarıldı. 


Nazi rejimi, çocukları, iyi askerler ve takipçiler yapmak için annelerinden bebeklerinin ihtiyaçlarını kasten görmezden gelmelerini istedi çünkü böylelikle  herkese karşı duyguları ve bağlılıkları düşük olacak, faşist ideolojiye çok iyi bağlanabileceklerdi. Bunun için bütün bir nesil sistematik olarak başkalarıyla bağ kurmayacak şekilde yetiştirildiği. 


Uzun zamandır bu konu üzerinde duran Almanya, çocuklarına veya torunlarına bunun tam tersini nasıl öğretebilecegini, bu yanlış egitimin izlerini toplumdan nasil tamamen silebileceğini araştırıyor. 


En son Regensburg Üniversitesi'nde araştırma yapan ve 1970'lerde anne-çocuk bağları üzerine çalışmalar yürüten Klaus Grossmann, " Kamuoyunda her ne kadar bu konu görmezden gelinse de bağlanma ilgili problemlerin sonuçlarını hala görmekteyiz" diyor. Laboratuvarda bağlanma ile ilgili sorunlar tekrar tekrar gözlemleniyor: Çoğu zaman bir bebek ağlıyor, anne bebeğine doğru yürüyor ama ona ulaşmadan hemen önce duruyor. Çocuğu sadece birkaç metre ötede çığlık atmasına rağmen, onu almak ya da teselli etmek için hiçbir harekette bulunmuyor. Annelere bunu neden yaptıkları sorulduğunda 'Çocuğu şımartmamalısın' açıklaması yapılıyor. Aradan yaklasik 80 yıl geçmesine rağmen kalıplaşmış bu ve bunun gibi yanlış cümleler insan davranışlarını olumsuz etkiliyor. 


Yine Hitler zamanında en çok satanlar listesinde olan  "Her Çocuk Uyumayı Öğrenebilir" kitabı, Haarer`in yanlışlığını tastikleyici öğütler veriyor. Kitap, uykuya dalmakta veya uykuda kalmakta zorlanan çocukları bir odaya koymayı, onları kontrol etmeyi ve artan aralıklarla onlarla konuşmayı, ancak ağlasalar bile onları kucağa almamalarını tavsiye ediyor. 

Johanna Haarer, 1934'te yayınlanan “Alman Anne ve İlk Çocuğu” adlı kitabında “Çocuğun kendi odasının olması, her zaman yalnız kalması en iyisidir.” diye açıklıyor. Çocuk çığlık atmaya veya ağlamaya başlarsa, bunu görmezden gelin. Bebeği emzirmeyi bırakın, yatağından çıkarmaya, taşımaya, sallamaya, kucağınıza almaya başlamayın. Çocuk, şefkatli bir ruh çağırmak ve böyle bir bakımın nesnesi olmak için sadece bağırması gerektiğini inanılmaz derecede çabuk anlar. Kısa bir süre sonra, kendisiyle bu meşguliyeti bir hak olarak talep eder, tekrar kucağınızda taşımanız, onunla oynamanız  için ağlayarak ısrar eder, evin tiranı olur, diyerek, çocukları, iradelerinin mutlaka kırılması gereken birer işkenceci olarak gördüğünü açıklıyor. 


Kitaptaki saçmalıkların ayrıntılarına devam edelim. Johanna Haarer tavsiyelerinde şunlarda var: "Çocugu besleyin, yıkayın ve kurulayın ancak bunun dışında tamamen yalnız bırakın. Kitapta, çocukların bedensel bakımı hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor ancak psikolojik olan her şeyi görmezden geliyor. Hatta kucağa alıp, çocukla bedensel temasta bulunma, sevgi gösterilerini, “Maymun Sevgisi” diyerek küçümsüyor, yapılmaması gerekli diye de uyarıda bulunuyor. Doğumdan hemen sonra çocuğun 24 saat tecrit edilmesini tavsiye ediyor. 


Haarer'in tavsiyeleri modern ve bilimsel bir hava içermesine rağmen ,yanlış ve hatta zararlı. Çocukların fiziksel temasa ihtiyacı var ancak Haarer onları taşırken bile bunu minimumda tutmayı öneriyor. Annelerin çocuklarını mümkün olduğu kadar az dokunacak şekilde tutmalarını ve gözlerinin içine bakmamalarını salık veriyor. Ne yazık ki, ebeveynlik Rehberi sayılan Johanna Haarer'in 'Alman Anne ve İlk Çocuğu' kitabı savaştan sonra bile hâlâ popülerdi.


Bunun için, bu görüşün sonuçları bugün bile hissediliyor. Düşük doğum oranı, boşanmış veya yalnız yaşayan çok sayıda insanın oluşu, tükenmişlik, depresyon veya genel olarak akıl hastalığının yaygınlığı sebeplerinden biri bu görüşün toplumdaki etkisidir. Ciddi ilişki ve kimlik sorunları yaşayan insanların çocuklukta anneleriyle duygusal bağ kuramadığı bir çok klinik vakada gözlemleniyor. 


Bunlardan biri Bay Hartmut, terapistine, bir gün evinde, bebekliğinde annesinin tuttuğu not defterini bulduğunu, içinde kilo, boy gelişimiyle ilgili her detay olduğunu ama duyguları , duygusal gelişimi hakkında bir kelime bile açıklama bulamadığını söylüyor.


Gelinen sonuçta, elimizdeki tüm veriler şunu gösteriyor: Johanna Haarer'in yaydığı gibi, bir çocuk, yaşamının ilk veya ikinci yılında hassas bir yaklaşımdan, annesiyle vücut temasindan mahrum bırakılırsa, bildiğimiz kısıtlı, duygusuz ve düşünme yeteneği olmayan çocuklara sahip olunur. 


Bütün bir nesil bağ kurmamak için yetiştirildiyse, kendi çocuklarına nasıl bağ kurmayı tekrar öğretebilir?


Dr.Psikiyatrist Brisch, "Böyle baştan çıkarıcı, düşünmeyen ve hissetmeyen çocuklar, savaşçı uluslar için çok pratiktir" diyor. 


Savaş bittikten sonra Hitler ve yandaşları tarafından çok sevilen,bütün bir nesli kötü etkileyen kitapların sahibi Johanna Haarer`e ne oldu? Almanya halkına yaptığı kötülüğün bedelini ödedi mi diye merak ediyorsanız , onu da anlatayım.


Johanna Haarer, çocuk eğitiminin kutsal kitabı sayılan kitaplarına savaş zamanında, masal kitapları da ekledi. Kendi yazdığı “Anne, bana Adolf Hitler`i anlat” masal kitabında ve öteki kitaplarında, çaktırmadan çocukların zihnine anti semitizm ve anti komünizm aşıladı. Kendisi Münih`te yaşadığı için savaştan sonra bir buçuk yıl gözaltında tutuldu. 5 çocuğu vardı. 3 erkek iki kız. 


Savaştan sonra 1988 yılına kadar yaşadı ve hayati boyunca Nasyonal Sosyalist yani Hitlerin savunucusu oldu. Bütün bir nesli olumsuz etkileyen “Alman anne ve ilk çocuğu ” kitabi savaş zamanında yaklaşık 700 bin adet satılmıştı,, aynı zamanda televizyonlarda,  özel halkevi kurslarında milyonlarca anne ve anne adayına ulaşmıştı. 


Savaş sonrası, Nazi propaganda kısmı çıkarılarak tekrar basılan kitap bir milyon iki yüzbin baskıya ulaştı. Haarer aslında akciger hastalıkları doktoruydu. Çocuk eğitimi hakkında hiçbir özel eğitimi yoktu. Propaganda kitabına ihtiyacı olan Hitler ve yandaşları için bunun hiçbir önemi yoktu çünkü o zaten doktordu ve bu da her alanda uzman olmasi için yeterliydi.


Şimdi gerçeği biliyoruz peki neden herşey çabuk düzelmiyor? sorusunun cevabı çok net ve düşündürücü. 


Sizleri isim ve tıbbi terimlere boğmadan açıklamaya çalışacağım. 2016 yılında Zürih Üniversitesi Tanzanya`da fiziksel ve psikolojik şiddette maruz kalmış çocuklar üzerinde bir araştırma yapıyor. Bir grupta bu tür çocuklar, öteki grupta ise rahat büyümüs, sevgiyle büyümüş çocuklar. Görülen şu ki, ilk gruptaki yani şiddete maruz kalmış çocuklarda tibbi problemlerin daha fazla olmasının yanısıra DNA metilasyon kalıpları da değişiyor. Böylelikle bu gen aktivitesi maalesef nesilden nesile aktarılıyor. ( Konunun uzmanları için daha geniş açıklayalım. Ilk deney grubu ile ilgili ayrıntılı bilgi, proopiomelanokortin proteinini kodlayan genin farklı bir metilasyonuyla karşılaştırdılar. Bu hipofiz bezinde üretilen stres hormonu adrenokortikotropin de dahil olmak üzere bir dizi hormonun öncüsüdür. Değişen DNA metilasyon kalıpları, bir genin aktivitesini etkileyiyor ve bu büyük ihtimalle nesilden nesile aktarıliyor. )


Kısacası ; Ebeveynler, kendi bağlanma deneyimleriyle bilinçli olarak başa çıkabilir ve kendi çocuklarını farklı şekilde yetiştirmeye çalışabilirler. Ancak stresli anlarda, genellikle öğrenilmiş, bilinçsiz kalıplara geri dönerler. 


Belki de bu yüzden Johanna Haarer'in kızlarının en küçüğü olan Gertrud Haarer, asla kendi çocuğu olsun istemedi. Annesini son zamanlarda açıkça eleştirdi. Geçirdiği şiddetli bir depresyondan sonra hayatı ve fikirleri hakkında bir kitap yazdı. Kitabinda çocukluğuna dair annesiyle sevgi içeren hiçbir anısı olmadığını dile getirdi. Yaptığı röportajda, "Görünüşe göre annemin eğitim şekli, beni o kadar çok travmatize etti ki, asla çocuk yetiştiremeyeceğimi düşündüm" dedi. 


İster daha iyi eğitim ister gelenek görenek adı altında, çocuğunuzla bağınızı engelleyen, ona sevgi ve ilginizi azaltan her türlü alışkanlığımızı umarım bu makaleden sonra tekrar gözden geçiririz. 


Sevgiyle kalın, sevgiyle büyüyün, büyütün… 


Çeviri : İnanç Kaya 

Kaynak : https://www.spektrum.de/news/paedagogik-hitlers-einfluss-auf-die-kindererziehung/1555862?fbclid=IwAR2lshhPj7UFBB_RPcagQPs2HbOj2mjrMwLQUKZajDrOl8LinVXKrdgGSfo

23 Nisan 2022 Cumartesi

Eğik Bir Kara delik Keşfedildi

 Eğik Bir Kara delik Keşfedildi


Bir kara delik, dönme ekseni yörünge düzleminde aşırı derecede eğik nasıl olabilir? Teorik olarak bu açı mümkün bile olmamalı. Bugüne kadar böyle bir eğim açısına sahip bir kara delik ne gözlemlendi ne de olabileceği varsayıldı.  


Astronomiye meraklı olan herkesin bildiği gibi, bir kara delik kütlesi ve dönüş hızıyla karakterize ediliyor. Buna dayanarak devasa bir yıldızın süpernova olarak patlamasıyla oluşan kara delikler, orta ölçekte kara delikler ve devasa kara delikler olarak üçe ayrılıyor. Science dergisinde yayınlanan bir makalenin dediği gibi sadece bu kriterler ile kara deliklerin sınıflandırılması, onların hikayesini anlamamız da , belkide bir tutarsızlık yaşamamıza sebep oluyor.


Kara deliklerin nasıl oluştuğuna dair mevcut anlayışımızı sorgulatan gözlem Dünya`dan yaklaşık 10.000 ışıkyılı uzakliktaki bir kara deliğe teleskopların çevrilmesi ile başladı. 


Rusya Bilimler Akademisi Uzay Araştırma Enstitüsü ve Stockholm'deki KTH Kraliyet Teknoloji Enstitüsü'nden Juri Poutanen liderliğindeki bir grup gökbilimcinin bu kara delik ile ilgili ölçümlerinde, daha önceleri kara deliklerin oluşumu ve olması gereken biçimleri ile ilgili bildiğimiz hiçbir veri ile örtüşüyor olduğunu gördüler. 


Bu nedenle, araştırmacılardan Ferdinando Patat ve Michela Mapelli bu yeni gözlemledikleri kara deligi örnek göstererek , kara deliklerin nasıl oluştuğu ve sınıflandırma kriterlerimiz konusunu tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söylediler. 


Bilindiği gibi, kara delikler gezegenler veya yıldızlar gibi bir yüzeye sahip değiller. Onlar, maddenin kendi içine çöktüğü ve inanılmaz derecede küçük bir hacimde yoğunlaştığı alandadırlar. Ancak diğer tüm gök cisimleri gibi kara delikler de kendi eksenleri etrafında döner. Bazen bu yerçekimi canavarları,gezegenler ve yıldızlar gibi nesneleri yerçekimi kuvvetiyle bir arada tutar ve birkaç nesneden oluşan bir düzenin parçası olurlar.


Gelin şimdi, Dünya`dan 10,000 ışıkyılı uzaklıktaki bu eğik kara deliğin özelliklerine bakalım. 


Gözlemciler ona, MAXI J1820+070 ismini verdi. Nükleer enerji kaynağını tüketerek, dış katmanlarını devasa bir süpernova patlamasıyla uzaya fırlatan devasa bir yıldızdan oluşmuş bir kara delik. Devasa dememizin sebebi bu kara deliğin güneşin kütlesinden 8 kat büyük olmasıdır.  


MAXI J1820+070 kara deliği güneşimizden biraz daha küçük bir yıldızla ikili bir sistem oluşturmuş şekilde. Kara delikler yerçekimlerinin çok kuvvetli olması nedeniyle daha küçük ortağından parçalar koparır. Bu kopan parçalar ise kara deliğin etrafında dönen diskte birikir. Biriken bu parçaların bir kısmı kara deliğin içine düşer, bir kısmı ise manyetik alanlar tarafından saptırılarak kara deliğin dönme ekseni boyunca iki jet halinde uzaya fırlatılmasına olanak sağlar. 


Juri Poutanen ve meslektaşları ,  MAXI J1820+070`nin dönen madde diskinin yerini saptadı. Madde daha küçük ortak yıldızdan kara deliğe aktığından, bu aynı zamanda araştırmacılara, ikili sistemlerde yörünge düzleminin konum tespitini sağlıyor. Jetler olarak bilinen uzaya fırlayan parçacıkların oluşturduğu ışın yolları, kara deliklerin kutuplarindan çıkar. Bu nedenle bu jetleri, yörünge düzlemine kabaca dik dururlar. 


Ancak  MAXI J1820+070 da şaşırtıcı bir şekilde bu böyle değil. Jetler ve dolayısıyla kara deliğin dönüş ekseni, olması gerekenden 40 derece daha eğik. Araştırmacılara göre. bu tür devasa yıldız patlamasıyla oluşan kara deliklerin oluşumu ve gelişimi ile ilgili bildiklerimiz çerçevesinde bu durumu açıklamak pek mümkün değil.


Süpernova patlamaları zaten hiçbir zaman simetrik değil, bu nedenle ortaya çıkan kara deliğe bir eğim verebileceği ve dolayısıyla dönme ekseninde de eğiklik olabileceği daha önceki kara delik incelemelerinden de biliniyordu. Ancak bu kadar büyük bir eğim beklenilmez. Kaldı ki zamanla sistemin yörünge düzleminden madde akışı nedeniyle, dönme ekseninin eğimi zamanla düşer. 


Araştırmacılar şimdi, bir cevap bulabilmek için, büyük eğimli başka kara deliklerin olup olmadığını görmek için uzayı inceleme ve daha önceki kara delik araştırmalarını tekrar gözden geçirmeye başladılar. 






Çeviri ; İnanç Kaya

Kaynak : https://www.spektrum.de/news/astrophysik-schwarzes-loch-in-schraeglage/1992400?fbclid=IwAR34W4q1xq9YSqHw6lGRX84Ey5Po2LIgTz4r_y9Z7fnAfR-BksOPXdG891s


https://www.n-tv.de/wissen/Gekipptes-Schwarzes-Loch-MAXI-J1820-070-gibt-Astronomen-Raetsel-auf-article23154323.html?fbclid=IwAR1_G3A_X2R7Ohs8qq7Z8ymByzynCEajfLaJr0EDEXuVSpOdwabptTlk7vw

18 Ocak 2022 Salı

İki Konya Nasıl 21 Nobel Ödülü Alır?

 İki Konya Nasıl 21 Nobel Ödülü Alır ?


Size, yüzölçümü iki Konya eden 9 milyon nüfuslu Avusturya`nın, bu 21 Nobel ödülünü almayi nasıl başardığını, anlatacağım. 


Avusturya`da sokakların bir çoğu tarihte (özellikle bilim ve sanatta) iz bırakmış isimlerden oluşuyor.  Evinizin olduğu sokağın ismi Fraunhofer. 


Kimdir bu Fraunhofer diye bakıyorsunuz. 1800`lü yıllarda yaşamış Optik biliminin babasi bir bilim insanı. Onun astronomi ve geliştirdiği optik bilime dayanarak şuan hangi gezegenin atmosferinde neler var, bir yıldız bize doğru mu yaklaşıyor yoksa bizden uzaklaşıyor mu, güneşin ışık tayfları konuları ile ilgili sorulara doğru cevaplar verebiliyoruz. 


Sabah işe gideceksiniz, otobüs durağına yürüyorsunuz. Sağ köşeden döndünüz, sokağın ismi karşınızda . Wolfgang Pauli sokağı . Kimdir diye baktığınızda, resmen Newton'un yerçekimi denilen bir doğa yasasını keşfetmesi gibi Wolfgang Pauli`de bir doğa yasası keşfetmiş. Hatta bu keşifle 1945 yılında Nobel Fizik Ödülünü almış. Bulduğu yasanın adı “Pauli Dışlama İlkesi”. Elma gibi başımıza düşmediğinden pek bilinmez ama çok önemli bir doğa yasasıdır. Kuantum fiziginin temel yasaklarından. Bu buluş sayesinde kuantum fiziği büyük bir sıçrama yaptı. En basit anlatımıyla , atomları ve onun etrafinda bulunan elektronları biliyorsunuz. Pauli diyor ki, atom etrafında bulunan elektronlar asla aynı anda, aynı enerji seviyesinde bulunamaz. Yani köşe kapmaca oyunu gibi düşünün. Kapılan köşeye başka bir elektron asla gitmez. İşte bu kuantum oyunun birinci kuralı. 


Otobüste oturduğunuz yerden tavandan sarkan ekrana bakıyorsunuz . Hava durumu, güncel bazı haberler yazılı olarak akıyor . Günün sorusuna sıra geliyor. Sorular genel kültür ya da kolay bilim sorulari oluyor. Sabah saatlerinde okuluna giden öğrencilerden soruyu ilk bileni arkadaşları alkışlıyor, gülüşüyorlar. 


Mahallenizin taksi durağının olduğu sokağın ismi Albert Einstein sokağı. Şehrinizin üniversitesinin ismi, Johannes Kepler Üniversitesi. Bir bakıyorsunuz 1700`lü yıllarda üç büyük gökbilimci çıkmış, Kopernik, Galileo ve Kepler. Özellikle Avusturya Linz şehrinin üniversitesine adının verilmesinin sebebinin, burada yaşadığı olduğunu ögreniyorsunuz sonra düşünüyorsunuz Kopernik ve Galileo isimleri de hiç yabancı gelmiyor bana, diye. Sonrada mutlaka ya amcanızın ya da bir arkadaşınızın evinin sokak ismi olduğunu hatırlıyorsunuz. 


Postaneye her gittiğimde sokağın isminden dolayı Diesel aklıma geliyor. Vay ya, sen tut bütün dünyanın kullandığı dizel motorlarını icat et,, ismini ver gencecik yaşta seni okyanusun sularına atıp köpekbalıklarına yem etsinler. Önceleri ruhuna dua ederdim şimdi ise sayesinde hırslarımın ölçüsünü sorguluyorum. 


Diyelim ki bir şehirde bir yılda 1000 bebek doğdu . 3 ila 6 yaş zorunlu kreş eğitiminde bu çocuklara “Evet, hayır , lütfen, teşekkür ederim, rica ederim” in kullanım yerleri ve çocuklara sınırları öğretilir. Sabretmeyi, en sevdiği oyuncak ile oynayan arkadaşının oyunun bitmesini beklemeyi ve o oyuncağı sırası gelince  alıp oynaması ögretilir. Biri konuşurken sözünün kesilmemesi gerektiği ve kendisine verilen kısıtlı zaman diliminde kendini en iyi ifade etmesi öğretilir. (İşte sırf bu yüzden burada televizyonlarda birbirine hakaret eden, sözünü kesen politikacı, gazeteci, bilim insanları, tamirci ya da müşteri görmezsiniz.) Öğretmenler, uygun ses tonu ve kukla eşliğinde hikayeler okur. Onlara küçük insanlar değil , yetişen insanlar gözüyle bakılır. 


İlkokula yeni başlayan bu bin çocuk , “neden, nasıl , niçin ” sorularının yanıtını 20 kişilik sınıflarda, iki öğretmen ile 4 yıl boyunca bulmaya çalışır. Öğretmenler sınıflarda çok fazla materyal kullanarak ders verir. Konuya uygun resimler, kuklalar, harita, zar, boncuklar vs. (Böylelikle çocukların 5 duyu organlarını kullanarak öğrenmesi sağlanır ki kalıcı bir eğitim olsun, istenir.) 


15 yaşına gelmiş ,ilkokul ve ortaokulu bitiren bin çocuk için yol ayrımı başlamıştır artık . 9 yıllık zorunlu eğitimi bitirenlerden devamını okumak istemeyenler mesleki eğitime yönlendirilir, 20`li yaşlara gelen bu bin çocuktan 800`ü üniversite okumadan meslek sahibi olmuştur. 200 çocuk ise çok sıkı bir lise ve en az bir yabancı dili çok iyi seviyede bilerek üniversiteye gider. 


İster üniversite eğitimi alsın, ister almasın bin çocukta, hergün sokakların adı ile de olsa bilim insanlarını , büyük sanatçıları bilir. Haddini bilir, teşekkür etmeyi, nerede evet nerede hayır diyeceğini, bilir. 


Üniversiteye giden o ikiyüz genç , öteki şehirlerdeki gençler ile birlikte AR-GE çalışması içinde bilim ve teknoloji alanında hem firmaların hemde üniversitenin kendilerine sunduğu imkanlar eşliğinde disiplin ile sabırlı bir şekilde çalışır. Avusturya´da 34 üniversite var, çarpın 200 genci 34 ile, yinede küçük bir örnek sayıdan bile binlerce bilim insanı ediyor. 


Kısacası Avusturya devleti, bilinci ve en azından genel kültürü belli bir standartta insan yetiştirmek için elinden geleni yapıyor. Bunun için sokak isimlerini kullanıyor, kreşten başlayan eğitimi ile çok küçük yaşlarda temel toplum kurallarını öğretiyor, bedava dağıttığı günlük gazetelere genel kültür ve bilim haberleri koyuyor, otobüslerde bile insanlarına kültür aşılıyor, televizyonlarında bol bol belgeseller yayınlıyor. 


Einstein'ın sözünü çok iyi idrak edip bunu devlet politikası haline getirmişler. . Bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılamıyorlar. Çocukları birbiriyle kıyaslayıp aptal olduklarına ikna etmiyorlar. Tam aksine onları, mutlaka dahi oldukları bir yetenekleri olduğu konusunda ikna edip, o alana yönlendiriyorlar. İşte onun için fabrikasından, marketine karınca gibi işleyen insanlar ile kurdukları düzen çok iyi işliyor. 


Kollektif bilinç ortalama veriler ile ölçülür. İşte bu ortalama verilerin sonucudur, Avusturya`nın aldığı 21 Nobel Ödülü. Aynı yol ve aynı eğitim küçücük yüzölçümüne sahip İsviçre 'de var,. Sonuç 26 Nobel Ödülü. Eğer İsviçre ile ilgili bir makale yazsaydım başlığı "Bir Konya Nasıl 26 Nobel Ödülü Alır" olurdu. 


Bu makaleyi buraya koyuyorum, isteyen Avusturya`yı övüyor der, isteyen ise "Devlet tarafindan bir halkın kollektif bilinci nasıl yükseltilir?" sorusuna güzel bir cevap, der. 


İnanç Kaya

11 Aralık 2021 Cumartesi

Kuşlardan İlham Alınarak Drone'lar İçin Kıskaçlı İniş Sistemi Geliştirildi

 Kuşlardan İlham Alınarak 

Drone'lar İçin Kıskaçlı İniş Sistemi Geliştirildi 


Hayvanları gözlemleyerek icat yapmak çok bilindik bir yöntem. Örneğin, jet uçakları, mürekkep balığının itme gücünü inceleyerek ilham alındı ve yapıldı. Uçak tasarımı ise akbabalardan, dalgıçların kullandığı palet balinalardan, radar sistemleri yarasalardan, fermuar sinek ağzından, sonar cihazı, yani ses dalgalarını herhangi bir cisme çarparak geri dönmesiyle uzaklık ve büyüklük belirleyen teknoloji ise yunuslardan esinlenerek geliştirildi.


Şimdi ise kuşların iniş yaptığı dar ya da tehlikeli alanlarda pençeleri ile iyice kavrayıp düşmemeleri, drone'ların inişi için ilham kaynağı oldu. Çünkü, kuşların, dallara ve sivri dik kayalara güvenli bir şekilde inebilmesi için kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir ayak yapısına sahip olduğunu zaten biliyoruz. 


Araştırmacılar, bacak-pençe sistemi örneğini taklit ederek, dronların dallara tünemesini veya tıpkı avını pençesiyle kavrayıp uçabilen kuşlar gibi, nesneleri tutup uçmasını sağlayan bir robotik iniş sistemi geliştirdiler. “SNAG” adı verilen bu sistem gelecekte, doğal çevreyi keşfederken drone'ların çok daha fazla detay yakalayabilecek yerlere konmasını ya da enerji tasarrufu için molalar vermesini sağlayabilecek.


Bu teknolojiye ilham kaynağı ise, papağanların iniş davranışları oldu.. Bilim insanları, papağanların özel tünekler arasında ileri geri uçarken kullandıkları metotları yüksek hızlı kameralar kullanarak kaydettiler. Papağanların bu araştırma için konması gereken yerler farklı boyutlar ve farklı malzemeler ile tasarlandı. Örneğin, Ahşap, köpük, zımpara kağıdı veya teflon. Çünkü doğada kuşların iniş yaptığı yerlerde zaten kalın, ince, kambur, kaygan gibi birçok farklı özelliğe sahip ve kuşlar yine de sorunsuz bir şekilde inebiliyor. 


Kuşların doğadaki sorunsuz inişinin sebebi, pençe ve bacaklardaki işleyiş sistemidir. 


Normalde drone'ların düz olmayan yüzeylere sahip hedeflere iniş yetenekleri oldukça sınırlı. Bu problemi çözmek için kuşların yakalama ve iniş yöntemleri, Stanford Üniversitesi'nden William Roderick ve ekibi tarafından araştırıldı. 


Araştırmada sadece kuşların inişi değil aynı zamanda, sensörler aracılığıyla, yere inerken, otururken ve havalanırken sarf ettikleri fiziksel kuvvetler de kaydedildi.


Roderick, "Şaşırtıcı olan, hayvanların, indikleri yüzeyden bağımsız olarak her farklı yüzeye aynı manevraları ile iniş yapmalarıydı" diyor. “Kuşlar yüzey yapısının değişkenliğine ve karmaşıklığına duyarlı bir şekilde tepki verme işini ayaklarına bırakıyorlar”. 


Araştırmacılar, bu durumun, her inişte dikkatlice uygulanan bir davranış meselesi olmadığını, daha ziyade kuşların esnek iniş yeteneklerinin altında yatan, bir klişe mekanizmaya bağlı olduğunu açıkladı. 


“Stereotyped Nature-ilhamed Aerial Grasper” (SNAG) projesi işte bu kuşların iniş mekanizması taklit edilerek geliştirildi. 


Bir quadrocopter drone'a bağlanabilen teknik bir bacak ve pençe sistemi, SNAG'den alınan veriler ile, şahinlerin bacak ve pençe yapıları üzerinde modellendi. 


Bu teknik için kuşların ayak kemikleri, 3D baskısıyla plastik olarak basıldı. Kuşun ayak kasları ve tendonlarının işlevi ise , motorlar ve misinalar tarafından gerçekleştirildi.


Ayrıca kuşlarda kullanılan yapı ve süreçlerden ilham alınarak yapılan robotik sistemin bir mekanizması da, iniş sırasında darbe enerjisini emerek, kavrama kuvvetine dönüştürüldü. 


Araştırmacılar, özel bir kompanzasyon algoritması ile drone'ları sabit bir konuma getirmeyi başardı.


SNAG'ın 20 milisaniye içinde tetikleyip kapatılabilen güçlü ve hızlı bir bağlantıya sahip olduğunu açıkladılar. Mekanizmanın bir kolu kontrol altına alınır alınmaz, entegre bir ivmeölçer, inişi sisteme bildiriyor ve bu da stabilizasyon fonksiyonunu etkinleştiriyor. 


Araştırmacılar, pratik testler yoluyla sistemin performansını kanıtladılar. Bu şekilde, SNAG ile donatılmış bir drone'un farklı tasarımdaki nesnelere de güvenli bir şekilde inebileceğini ortaya koydular. Bu başarıya ek olarak, yeni teknoloji ile donatılmış drone'lar küçük nesneleri tutulabilir ve taşıyabilirler. 


Deneyler, tekno pençelerin temas halinde çok hızlı tepki verdiğini ispatladı. Örneğin fasulye dolu bir çuval veya tenis topu gibi fırlatılan nesneleri sorunsuz tutabiliyorlar.


Bilim insanları, SNAP'in performansını doğal koşullar altında da test ettiler. Bir ormandaki dallara yapılan iniş testleri başarıyla tamamlandı.


Roderick ve meslektaşlarına göre, drone'ların potansiyeli, her şeyden önce uçuş molalarında yatmakta. Çünkü yüksek enerji ihtiyacı ve drone'ların iniş fırsatlarının olmaması, kullanılabilirliğini ciddi şekilde kısıtlıyordu. Yeni teknoloji drone'lar sayesinde bu sorunlar artık ortadan kalkacak. 


Araştırmanın başarılı lideri Roderick "Kuş gibi davranabilen bir robotumuzun olması, çevreyi araştırmada  bizlere tamamen yeni yollar ve keşifler açacaktır" dedi.


Çeviri :İnanç Kaya 

Kaynak : https://www.wissenschaft.de/technik-digitales/griffiges-lande-system-fuer-drohnen/

Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu

  Venüs'te Yaşam İzleri Bulundu 450 dereceden fazla sıcaklığı bulunan, güneş sisteminin yaşama en düşman gezegeni Venüs`te, nasıl olurda...